Yönetmenliğini Andrew Niccol’un üstlendiği 2011 yılının flaş filmlerinden biri olan ve başrolde Justin Timberlake ile Cillian Murphy gibi isimlerin yer aldığı “In Time” (Zamana Karşı) filmi gerek sınıfsal çatışma açısından gerekse bilimkurgusal yapısıyla ve özgün senaryosuyla izlemeye değer bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. Filmin kurgusu çok basit bir fikir üzerine kurulmuş. Benjamin Franklin tarafından 18. yüzyılda ilk kez söylenen “vakit nakittir” sözü bu filmde gerçek oluyor. Belirsiz bir distopik gelecek vizyonu sunan In Time, geleceğin ABD’sinde para ile zaman kavramlarının yerini değiştiriyor. Başka bir deyişle paranın yerini zaman alıyor. Böylece zenginlik parayla değil, zamanla ifade ediliyor. Bu distopik dünya vizyonundaki tek para birimi zaman. Her şey zaman birimleriyle alınıyor ve ödeniyor. Örn: Bir fincan kahve 3 dakika veya otobüs bileti 5 dakika.
Bu belirsiz gelecekte insanlar belirli genetik özelliklerle dünyaya geliyorlar. Buna göre herkes 25 yaşına kadar yaşama garantisine sahip olarak doğuyor ve 25 yaşına geldiğinde yaşlanma sona eriyor, fiziksel beden hep 25 olarak kalıyor fakat standart uygulama olarak her vatandaşa 25 yaşından sonra 2 yıl yaşama hakkı veriliyor. Bu verilen 2 yıl sonrasında her vatandaş kendine bir şekilde zaman edinmek zorunda, aksi takdirde yaşamı sona eriyor. Her vatandaşın ön kolunda kalan ömrünü gösteren ve en fazla 13 haneden oluşan dijital bir sayaç mevcut. Sayaç durmadan geri sayıyor ve sıfırı gösterdiğinde ise kişinin yaşamı sona eriyor. İnsanlar birbirlerinin kolunu tutarak, kendi aralarında zaman transfer edebiliyorlar. Bunu, hırsızlık gibi kötü amaçlar için kullananlar da yok değil elbet.
Justin Timberlake tarafından canlandırılan başrol karakteri Will Salas isminde bir fabrika işçisi. Annesiyle birlikte mütevazı bir hayat süren Will, tam olarak 28 yaşında ancak kolunda kalan zamanı gittikçe daralıyor. Bu yüzden Will’in zamanını arttırmak için çalışmaktan ve mücadele etmekten başka çaresi yok. Will’in yaşadığı zaman diliminde hayat çok pahalı ve her gün barınma, gıda, ulaşım gibi temel ihtiyaçlara zam geliyor, fakat işçi ücretleri artmak yerine düşüyor. Bu yüzden ‘zaman kazanmak’ neredeyse imkânsız hale geliyor. Will, annesinin 50. doğum gününde, annesinden (yaşı 50, vücudu 25) biraz zaman ödünç alarak işe doğru yola çıkıyor. Annesi günün sonunda otobüsle oğlunun yanına gelmeyi ve doğum günü kutlaması yapmayı planlar, ama otobüse zam geldiği için ve kolunda yeterli zamanı olmadığı için otobüse binemez ve oğlunun bulunduğu yere doğru hızla koşmaya başlar. Durumu fark eden Will de annesine doğru koşmaya başlar, fakat saniye farkla oğluna yetişemez ve kucağına düştüğünde artık ölü bir bedendir. Bu dramatik sahnenin izleyici üzerinde daha büyük bir etki bırakması gerekirken gerekli etkiyi tam olarak bırakmadığını görüyoruz.
Asıl hikâye Will’in bir barda kolunda 100 yılı olan zengin bir adamla tanışmasıyla başlar. Henry Hamilton adını taşıyan bu zengin adam, çok ilginç bir şekilde yüzyılı olmasına rağmen yaşamaktan bıkmıştır ve hayatına son vermek istemektedir. Kendisi yeterince yaşamıştır ve hayat ona artık bir anlam ifade etmiyordur. Barlarda fazla dolaşan bu zengin adam, kısa sürede hırsızların hedefi haline gelir ve Will tarafından kaçırılır. Kaçak konumuna düşen Will ve Henry geceyi terk edilmiş bir binada geçirmek durumunda kalır. Tam bu esnada Will uyurken, Henry ona kolunda bulunan yüzyılı gönüllü olarak aktarır ve kendi kolunda sadece birkaç saat bırakır. Aslında 105 yaşında olan Henry, bir köprünün üstüne oturarak ömrünün dolmasını bekler ve vadesi dolduğunda ölü olarak nehre düşer. Sabah uyanan Will, kolunda bir yüzyıl olduğunu fark eder ve ilginç bir şekilde şaşırmışçasına bir tepki vermez. Will’in asıl mücadelesi bundan sonra başlar.
Artık zengin olan Will kendine derhal lüks bir limuzin tutar ve 4. Zaman dilimine doğru yola çıkar. 4. zaman dilimi ultra-zenginlerin hüküm sürdüğü özel ve kısıtlı bir bölge. Buraya varır varmaz kendine süper hızlı ve lüks bir araba satın alır. Ardından kasino’ya giden Will, burada tesadüfen ünlü iş adamı ve banker Philippe Weiss ile aynı poker masasına oturur. Büyük risk alarak oyunu kazanır ve yüzyılına tam tamına bir milyon yıl (!) ekleme şansını hak eder. Bu esnada iş adamının kızı Sylvia ile tanışır ve ona ilk görüşte âşık olur. Tam kızı kendine âşık etmek üzereyken zaman koruyucuları (Time Keepers) peşinden gelir ve sevdiği kızı rehin almak zorunda kalır. Filmin bundan sonrası Will ile Sylvia’nın kanundan ve zaman koruyucularından kaçışını içerir. Will’in memleketi olan 12. zaman dilimine dönen çiftin başına 10 bin yıl ödül konmuştur. Artık aranan birer kaçak konumuna düşmüşlerdir.
Zaman kavramına geri döndüğümüzde filmde bize sunulan zaman dilimlerini analiz etmemiz gerekmektedir. Bu distopik gelecekte ABD, çeşitli zaman dilimlerine ayrılmıştır. Verilen mesaj gayet açıktır: zaman dilimi = sınıf farklılığı. Will Salas kendi memleketinin bulunduğu 12. zaman diliminden (alt tabaka) 4. zaman dilimine (üst tabaka) doğru seyahat eder. Bu seyahati kiraladığı limuzinle gerçekleştirir ve sembolik biçimde her zaman dilimini geçişinde o zaman dilimi için belirlenen bedeli zaman biriminde (hafta/ay/yıl) geçerken anında öder. Kimse elini kolunu sallayarak, bedelini ödemeden zaman dilimlerini aşamaz. Zaman dilimlerini Hindistan’daki kast sistemine veya çok daha basit bir şekilde şehirlerimizdeki semtlere benzetebiliriz. Örneğin İstanbul’un semtleri filmdeki zaman dilimlerine oldukça paralel görünüyor. Kentlerimizde bulunan semtler nasıl sınıf farklılıklarını yansıtıyorsa “In Time” filmindeki zaman dilimleri de aynen bunu yapıyor. Aradaki tek fark filmdeki zaman dilimleri arasındaki geçişlerin çok sıkı bir denetime tabi olması ve devlet kontrolü altında tutulmasıdır.
Paranın yerine zamanı koyan film, sınıfsal farklılıkları ve hayatta kalma mücadelesini uç noktalara taşıyor. Öyle ki, kolunda vaden doluyorsa anında yaşamın sona eriyor ve kolunda bulunan dijital saat ile bu mücadele devamlı ‘canlı’ tutuluyor. 25 yaşını dolduran yetişkinler vadelerinin az kaldığını ve ömürlerini uzatmak için mücadele etmek zorunda oldukları gerçeğini kollarındaki bu saatle ömürleri yettiği sürece hatırlatılıyorlar. Filmde, soyut ve insana özgü olan zaman kavramı başarılı bir şekilde somutlaştırılmıştır. Somutlaştırma farklı şekillerde karşımıza çıkıyor: birincisi kollardaki 13 hanelik dijital saat, ikincisi zaman deposu niteliği taşıyan taşınır zaman diskleri (kredi kartına benzer) ve bunun gibi nice zaman aygıtları. İşin en kötüsü, insanlar kollarındaki basit bir göstergeyle ne kadar ömürlerinin kaldığını biliyorlar ve buna göre yaşamak durumunda kalıyorlar.
Elbette bununla birlikte muazzam sınıf farklılıkları dikkatimizi çekiyor. Bir tarafta otobüse binmek için yeterli zamanı olmadığı için ölen insanlar, diğer tarafta da yüzbinlerce hatta milyonlarca yıla sahip, sözde ‘ölümsüz’ insanlar. Tam bu noktada Henry Hamilton tarafından söylenen bir söz aklımıza geliyor: “Birkaç kişinin ölümsüz olabilmesi için, pek çok kişinin ölmesi gerekir.” Bunun ne anlama geldiğini soran Will, Henry’den şu cevabı alır:
“Gerçekten bilmiyor musun? Herkes sonsuza dek yaşayamaz. Onları nereye koyardık? Sence neden zaman dilimleri var? Sence neden varoşlarda fiyatlar ve vergiler aynı gün yükseliyor? Hayat pahalılığı insanların ölmesini sağlamak için var. Başka türlü günübirlik yaşayanların yanında nasıl milyon yıla sahip insanlar olsun ki? Fakat gerçek bundan farklı. Aslında herkese yetecek kadar zaman var. Kimse vadesinden önce ölmek zorunda değil.” (Hamilton)
Will ve Henry arasında geçen bu diyalog filmin kısa bir özeti gibi. Filmin ana fikrini kısa ve öz bir şekilde özetliyor. Filmde geçen ‘Zaman Koruyucuları’ (Time Keepers) üzerinde durulması gereken bir birim. İlk etapta polis gücünü andıran bu birimin esasında polisle bir ilgisi yok. Eşitsizliğe ve adaletsizliğe dayanan mevcut düzenin devamını sağlamakla yükümlü olan bu babayiğitlerin peşinde oldukları tek şey zaman. Onların görevi şüphe uyandıran zaman transferlerini ve hırsızlıkları önlemek ve böylece zaman dilimleri arasındaki “dengeyi” korumaktır. Will kolundaki yüzyılı gördüğü andan itibaren zaman koruyucularının hedefi haline gelir. Geniş yetkilere sahip olan zaman koruyucuları gerektiği takdirde insanları öldürebiliyor. Filmin ortasında sonuna kadar olan kısımda Will ile zaman koruyucuları arasındaki kaçışma anlatılır. Will ve sevgilisi Sylvia kaçar, zaman koruyucuları kovalar. Film de böylece monotona bağlar. Arada Sylvia’nın babasına ait olan bankayı basıp oradaki tüm zamanı sokaktaki halka hibe ederek Robin Hood’luğa soyunmasıyla monotonluk biraz dağıtılır ancak yine de Will ile Sylvia’nın kötü adamlardan saklandığı sahneler kendini monotonluktan kurtaramaz.
Vakit nakittir sözüyle birlikte film, pek çok farklı felsefi imayı da içinde barındırıyor. Bunlardan ilki ölümsüzlük fikridir. Filmin temelinde ölümsüzlük fikrini sorguladığını ve bizlere de sorgulattığını söylemek mümkündür. İlk bakışta her ne kadar cazip görünse de ölümsüzlüğün ilerleyen aşamalarda bitmek bilmeyen bir çileye dönüşeceğini 105 yaşında olan Henry Hamilton karakteri sayesinde algılayabiliyoruz. Bu karakter yaşamaktan o kadar bıkmıştır ki onun için her şey artık anlamsız gelmektedir. Bu yüzden intihara sürüklenir. Nitekim filmde zamanı bol olan her karakter de Hamilton gibi değildir. Zengin iş adamı ve banker Philippe Weiss’ın akla hayale sığmayacak kadar zamanı vardır fakat intihar gibi bir düşüncesi olmadığı gibi, daha da fazlasını istemektedir. Weiss, açgözlü ve doyumsuz burjuvaziyi temsil etmektedir. O, gerçek anlamda ölümsüzdür ve onun gibilerin ölümsüz kalabilmeleri için çoğunluğun feda edilmesi onların açısından doğal bir gerekliliktir.
Filmde verilen ikinci mesaj gayet açık biçimde sınıf farklılığındaki adaletsizliğe yapılan ciddi bir vurgudur. Elit bir azınlığın lüks içinde sonsuza dek yaşayabilmesi için altta kalan çoğunluğun hemencecik kurban edilivermesidir. Bu adaletsizliğin geniş kitlelerce benimsenmiş olması ayrı bir muammadır. İktidarda bulunan sistem mevcut düzenin sürekliliğini ve kalıcılığını sağlamakla yükümlüdür. Onları ayakta tutan zamanı dolmakta olan çoğunluğun doğal yollarla yeryüzünden silinmesidir. Alt tabakalardan gelen sıradan bir fabrika işçisinin aniden üst tabakaya doğru yükselişi ise (12. zaman diliminden 4’e doğru) mutlak suretle sınıfsal çatışmayı körükleyen ve bu yüzden her halükarda engellenmesi gereken bir gelişme olarak görülmektedir.
In Time filmine yönelik tüm bunlarla birlikte pek çok eleştirim de mevcut. Bu film bizlere orijinal bir fikrin vasat bir oyunculuk ve tutarsız bir senaryoyla nasıl heba edilebildiğini göstermiştir. Justin Timberlake başta olmak üzere, oyunculuk gerçek anlamda vasat. Başrol oyuncusu olmasına rağmen Justin’in oyunculuk performansı oldukça sönük. Buna diğer oyuncuları da ekleyebiliriz. Film, etkili ve tecrübeli oyuncularla şüphesiz çok daha büyük yankı uyandırabilirdi. Başrolde Matt Damon veya Tom Cruise gibi deneyimli bir aksiyon oyuncusu olsaydı emin olun ki çok daha farklı bir film çıkardı karşımıza.
Senaryonun başlangıcı filmin ortasına kadar gayet sürükleyici fakat ne zaman Will, Sylvia ile kaçmaya başlayınca işte o zaman tutarsızlıklar başlıyor. Trilyoner ve ölümsüz bir işadamının kızı, varoşlardan gelen ve tesadüf eseri zengin olan bir yakışıklıya jet hızıyla vuruluyor. Hadi burasını da anladık da ailesini geride bırakıp, onunla kaçmayı nasıl göze alabiliyor? Üstelik henüz doğru düzgün tanımadığı bir adamla. Sylvia’nın Will ile kaçışı filmin inandırıcılığına ket vuruyor desek yalan olmayacak. Aniden saf değiştiren Sylvia, bir iyilik meleği gibi Will ile adalet mücadelesine girişiyor ve babasının bankasını soyacak kadar da gözünü karartıyor. Tüm bunlarla birlikte film, ‘zengin kız ile fakir oğlan aşkı’ klişesi’nin bir tür bilimkurgu versiyonu haline dönüşüyor.
Sylvia’nın Will ile 12. Zaman dilimine kaçması ve bundan sonra meydana gelen olaylarda ciddi biçimde tutarsızlık hâkim. Yurt çapında arama emri ve akabinde başlarına konan 10 bin yıllık ödüle rağmen kimse onları ihbar etmiyor ve bir türlü yakalanmıyorlar. Filmin sonunda zaman koruyucusu kötü adamı öldürerek mutlu sona ulaşıyorlar.
Ayrı bir eleştiri noktası da filmdeki bilimkurgu ögelerine yönelik. Belirsiz bir gelecekte geçtiğini bildiğimiz In Time filminde bilimkurgu unsurları son derece kısır. Hatta sadece filmin odak noktasında bulunan “zaman” kavramına yönelik tasarlanmış olduklarını söyleyebiliriz. Araçlar, binalar, fabrikalar sanki gelecekte değil de günümüzdeymiş gibi yansıtılmış. Zaman kavramıyla ilgili unsurları çıkardığımızda filmin bilimkurgu olmaktan çıkacağı da aşikâr. Anlaşılan senaristler bu konuya fazla eğilmek istememişler. Oysa bir takım değişik bilimkurgu unsurlarıyla film çok daha dikkat çekici ve cazip bir hal alabilirdi.
Sonuç olarak In Time çok müthiş olmamakla birlikte keyif alacağınız bir film. Filmin yaptığı en güzel şey para ile zamanın birbiriyle yer değiştirmesini sağlayarak toplumdaki sınıf adaletsizliğinin ulaşacağı muhtemel uç noktaları gözümüzün içine sokarak canlı karakterlerle adrese teslim etmesidir. Filmin temelinde yatan önemli mesajlardan biri de, insanlığın sahip olduğu en önemli varlığın “zaman” olduğudur. Bu son derece güçlü ve geçerli bir mesajdır. Bununla birlikte film, insanlığın gelecekteki potansiyel tehlikelerinden biri olan aşırı nüfusa da göndermeler yapmayı ihmal etmiyor. Tüm kusurlarına rağmen bana göre izlemeye değer bir yapıt. Filmde vurgulanan çarpıcı bir cümle ise hepimizi ilgilendiriyor: “Vaktinizi boşa harcamayın!”
Hazırlayan: Cenk Tan