Just Imagine (Sadece Hayal Et) 1930 yapımı siyah beyaz bir film. (1) Literatürde ilk bilimkurgu müzikal komedi olarak kabul edilen eser, filmlerin senkronize ses kazanmaya başladığı dönemin önemli bilimkurgu yapıtları arasında. (2) David Butler tarafından yönetilen, El Brendel, Maureen O’Sullivan ve John Garrick’in başrollerinde oynadığı filmde yer bulan bilimkurgu unsurları izleyenlere distopik bir gelecek atmosferi sunarken aynı zamanda bütün bunlar mizah ve müzikle harmanlanarak başarıyla aktarılmış. (3)
Film, “Just Imagine!” (Sadece hayal et!) çağrısıyla başlıyor. Sahnede önce New York şehrinin 1880 yılındaki hâlinden bazı görüntüler akıyor. Trafik olarak sadece at arabaları var, elektrik, telefon, uçak vb. teknolojik icatların yokluğu sessiz ve huzur dolu, trafik sorununun olmadığı bir şehir panoraması şeklinde yansımış. Çağrı, 50 yıl içinde her şey nasıl da değişti diyerek devam ediyor ve filmin çekildiği yıl olan 1930’daki New York ile karşılaşıyoruz: Korna sesleri, sokakları kaplayan otomobiller ve karşıdan karşıya geçmekte zorlanan insanlar. Hatta bu insanlardan bir tanesine odaklanan kamerayla beraber dış anlatıcı ses “hadi yapabilirsin, az kaldı” derken maalesef yayamız karşıya geçmeyi başaramıyor ve kendisine araba çarpıyor. Bundan sonra film, izleyicileri tekrar “Sadece hayal et” diyerek 50 yıl sonraki yani 1980 yılındaki New York’u düşlemeye davet ediyor. Bu sefer karşımızda, yüksek devasa gökdelenleriyle fütüristik bir şehir mevcut. Hava-mobiller sayesinde trafik artık yerden değil havadan akıyor, hatta gökyüzündeki uçan kulübesinde trafiğin düzgün işlemesini sağlayan bir polise bile rastlıyoruz.
Fakat 1980 yılındaki bu –o zamana göre- gelecek dünyası, son derece gelişmiş teknolojiye rağmen (öyle ki, 1930 yılında golf oynarken yıldırım çarpması sonucu ölen bir adamın 1980’de tekrar hayata döndürülebildiği bir laboratuar sahnesine şahit oluyoruz. El Brendel’in canlandırdığı ve Single-0 adı sonradan verilen bu karakter, hayata döndüğü geleceğin dünyasında şaşkınlıklarıyla ve sakarlıklarıyla filmdeki komedi anlarını yaratıyor) toplumsal ilişkilerin geldiği nokta itibariyle bir distopyada rastlayabileceğimiz unsurları barındırıyor. İnsanlar isimleriyle değil, alfanumerik kodlarla adlandırılıyor. Kimin kiminle evleneceği hükümet kontrolünde ve ancak yeterli vasıflara sahipseniz evlenmek için başvurunuz kabul ediliyor. Bebekler biyolojik yollarla doğmuyor, tıpkı kola makineleri gibi otomatlardan satın alıyorsunuz. Eskisi gibi yiyecekler ve içecekler yok, insanlar yeme ve içme ihtiyaçlarını haplarla karşılıyor.
Filmin öyküsü, LN-18 (Maureen O’Sullivan) için yaptığı evlilik başvurusu, yeterli kalifiye özelliklere sahip olmadığı gerekçesiyle mahkeme tarafından reddedilen J-21 (John Garrick)’in trajedisi üzerine kurulu. LN-18 ve J-21, birbirlerini sevmelerine rağmen, kanunlara karşı gelmeleri imkânsız ve filmdeki ana çatışma bu durum üzerinden biçimleniyor. Fakat ret kararını veren mahkeme, J-21’e dört aylık ek bir süre tanıyıp bu süre zarfında J-21’in, LN-18’in diğer talibi olan MT-3 (Kenneth Thomson)’ten daha yetenekli olduğunu ispatlaması gerektiğini söylüyor. Bir pilot olduğunu öğrendiğimiz J-21 bu durum karşısında son derece umutsuz, çünkü 1980 yılında havacılık sektöründe her şey o kadar gelişmiş ki, 4 ay içinde rakibinden öne çıkmasını sağlayacak sıra dışı bir başarı göstermesi şansı hiç bulunmamakta.
Bu noktada J-21’in imdadına, New York’un en ünlü mucitlerinden Z-4 (Hobart Bosworth) yetişiyor ve J-21’e reddedemeyeceği bir teklifle geliyor: Mars’a gidecek ilk insan olmak. Z-4’ün icat ettiği Mars roketi için seçtiği pilot J-21’dir. J-21, bu oldukça tehlikeli görevi, nasılsa LN-18 ile evlenemezse kaybedeceği bir şey olmayacağı için kabul ediyor. Çünkü eğer ki başarır da Mars’a giden ilk insan olabilirse, J-21 mahkemenin yeterli vasfa sahip olma şartını karşılayabilecektir.
Filmin ikinci yarısı, J-21’in yakın arkadaşı RT-42 (Frank Albertson) ve aralarına katılan Single-0 (ona bu ad, aslında 1930 yılında ölmesinden ötürü, dirildiği bu yeni dünyada yapayalnız kaldığını belirtmek için takılıyor) ile beraber Mars’a ulaşmaları ve orada başlarına gelen maceralardan oluşmakta. Hindistan’ı andıran egzotik bir bitki örtüsüne sahip Mars’ta yaşayan yerliler, Dünya’daki ilkel kabilelere benziyorlar. Önemli bir farkla ki, Mars’ta her insandan bir iyi karakterde bir de kötü karakterde olmak üzere iki tane bulunduğunu öğreniyoruz. Dış görünüşleri ikiz derecesinde aynı olsa da, bu çiftlerden biri sevgi yoluyla diğeri ise şiddet yoluyla iletişim kuruyor. J-21 ve arkadaşları önce iyi huylu kabile tarafından güzelce ağırlanmalarına rağmen daha sonra kötü huylu olan kabile tarafından kaçırılıp hapsediliyor. Fakat sonunda, iyi kabile mensuplarının yardımıyla kurtularak Dünya’ya geri dönmeyi başarıyorlar. Elbette yanlarında, Mars’a gittiklerini gösterecek bir delil de bulunmakta: kötü huylu kabilenin reisi. Böylelikle, dört ayın ardından son anda yeniden görülen mahkemeye yetişen J-21, Mars’a giden ilk insan olduğunu ispatlayarak LN-18 ile evlenmeyi hak eder. Mutlu son!
Ana öyküsü itibariyle, bir engelle karşılaşan âşıkların bu engeli aşarak kavuşmaları gibi klasik bir temayı işleyen “Just Imagine”, bunu bilimkurgu unsurlarıyla yapması yönüyle diğerlerinden ayrılıyor. Filmde, 1930 yılına göre oldukça ileri görüşlü denilebilecek şekilde, görüntülü konuşma sağlayan bir cihazın sunulması dikkat çekici. Ayrıca, 50 yıl sonra hayata döndürülen Single-0’nun, kendisinden çok daha yaşlanmış oğluyla karşılaştığı bir sahneye yer verilmesi de kanımca alkışı hak ediyor. Filmde, 1920’li yıllarda yaptığı taklitlerle tanınan El Brendel’in canlandırdığı Single-0 karakterinin performansı oldukça göz dolduruyor. Single-0’nun, uyandığı 1980 dünyasında, karşısına çıkan her yeni teknolojiye hüzünle “Give me the good old days” (Bana eski güzel günleri geri verin) demesiyle, aslında filmin giriş sahnesindeki 50 yıllık dönemsel karşılaştırmayı hatırlıyoruz.
Çekildiği yıl itibariyle başyapıtlar arasında kabul edilen Just Imagine, teknoloji bu denli gelişirken, insanlık da aynı derecede gelişiyor mu –ya da gelişecek mi- sorusunu sordurtuyor. Fakat şu bir gerçek ki, aşk her zaman kazanıyor…
Dipnotlar: