“Bazen insanları izliyorum ve onları hissetmeye çalışıyorum. Yanımdan geçip giden herhangi birisinin ötesinde, ne denli aşık olduklarını hayal ediyorum. Kalplerinin ne kadar çok kırılmış olabileceğini.” -Theodore.
İlginç Sinema Anlayışı ve Ülkemizin Sektörel Bilinçsizliği
Genellikle video klipler ve kısa filmler çeken Spike Jonze, 1999’da “Being John Malkovich” adlı ilk uzun metrajlı filmiyle 3 dalda Oscar’a aday gösterilmiş ve bir anda dikkatleri üzerine çekmişti. Ardından tekrar eski işine dönüp kısa filmlerle haşır neşir olmaya devam eden Jonze, ara sıra yine uzun metraj film çekiyordu. 2002 yılında “Adaptation” ile 4 dalda Oscar’a aday olup 1’ini almış ve ardından 2009 yılında “Where the Wild Things Are” ile bir Altın Küre adaylığı elde etmişti.
Asıl işi “kısa film” olan ve zaman zaman uzun metraja göz kırpan bir sinemacının, günün birinde “Her” gibi bir filme imza atacağını ve bu filmle kitleleri sarsacağını kim tahmin edebilirdi ki? Sanırım hiç kimse. Ama net olarak bir şey söyleyebiliriz: Spike Jonze ilginç bir sinema anlayışına sahip olduğu kadar, yetenekli de. İşini seven ve iyi yapanlardan.
Spike Jonze hakkında söylenecekler aşağı yukarı bu kadar, şimdi Her’e göz atalım biraz da.
Öncelikle filmin ülkemizde 2014 yılında “Aşk” adıyla vizyona girdiğini belirteyim fakat ben yazının geri kalanında Her kelimesini kullanacağım.
Filmin Türkiye genelinde 16 kopyayla, üstelik 14 Şubat gibi bir tarihte sinemaseverlerle buluştuğundan bahsetmiyorum bile. Pardon “sinemaseverler” de yanlış bir tabir oldu sanırım, “sulu aşk filmi severler” demem gerekiyordu. Ve son olarak filmi o tarihte vizyona sokan, daha filmin konusunu kavrayamamış olan zihniyete ne demeli peki? Sinemaseverlere inat, sektörel bilinçsizlik devam ediyor…
Geçmişten Kopamayış ve Tezat
Theodore Twombly, kısa bir süre önce karısından ayrılmış, depresyonda olan, hayata bakış açısı değişen, yalnız, üzgün bir adam rolünde çıkıyor karşımıza. Teknoloji almış başını yürümüş, bu yüzden Theodore’un yaptığı iş de öyle pek para kazandıran cinsten değil. Mektup yazarlığı yapıyor, yani başkalarının mektuplarını yazıyor. Yalnız, mutsuz ve duygusal oluşunun da etkisiyle kelimenin tam anlamıyla döktürüyor mektuplarında. Çok iyi şeyler yazabiliyor. Kısaca işinde oldukça başarılı bir adam.
Film yakın bir gelecekte geçiyor, yılını bilmiyoruz fakat çok da uzak bir gelecek olmadığını anlayabiliyoruz az çok. Mektup yazarlığı günümüzde dahi tükenmekte olan bir şey, filmde ise can çekişmekte. Spike Jonze bir gelecek portresi sunsa da, geçmişin izlerini taşıyor beyazperdeye.
Filmde kullanılan kıyafetler 70’li, 80’li yılları aratmayacak cinsten. Göbek hizasına kadar çekilen pantolonlar, renkli gömlekler ve daha fazlası. Theodore’un kırmızı, sarı, pempe gömlekleri filmin atmosferini güçlendiriyor. Sadece gömlekler de değil üstelik, filmin arka planı da aynı şekilde renkli.
Geleceğe inat geçmişin hatırlatılması ve mutsuzluğun renkleri siyah ve griye inat kırmızı, turuncu, sarı, pembe… Bu yönleriyle baktığımızda filme inanılmaz bir tezat hakim. Jonze, müthiş bir arka plan yaratmış. Görüntü ve Sanat Yönetmenliği kusursuz. Filmde beni en çok etkileyen unsurların başında geliyor bu saydıklarım.
Günümüz Aşklarına Hicivsel Yaklaşım ve Sanal Gerçeklik
Bittikten sonra fark ettim ki, öyle bir kez izledikten sonra rafa kaldırılan, sıradan filmlerden biri değil bu. Ruhunuzun derinliklerine nüfuz edebilecek denli etkileyici bir özgün senaryoya sahip oldukça dokunaklı ve tekrar tekrar izlenebilitesi olan, arşivlenesi bir film Her. Hatta bu yazıyı da filmi iki kez izledikten sonra kaleme aldığımı belirteyim. Bir süre sonra tekrar izler miyim? Elbette.
Ekranda Theodore’un yalnızlığını izliyoruz bir süre ve günler onun için sıradan, rutine dönmüş bir şekilde akıp giderken, bir gün her şey değişiyor. Theodore’un hayatı, görmüş olduğu bir reklam sayesinde bir anda tamamen farklılık kazanıyor. Fakat bu, filmin geçtiği yıllarda çok şaşırtıcı bir reklam değil, aksine sanki yeni bir çikolata türü çıkmışçasına veya yeni bir kıyafet tasarlanmışçasına, günümüzde çok normal sayılabilecek olaylar gibi görülüyor. Bu da teknolojinin artık hayatımızın ta kendisi olduğunun bir kanıtı adeta, yaşamımızın standart bir parçası olduğunu hissettiriyor bize.
Bahsedilen reklam bir işletim sistemiyle alakalı. Theodore bu işletim sitemini bilgisayarına kuruyor ve işlerini hafifletmek adına yapay zekaya sahip bir sanal arkadaş seçiyor. Kendisine Samantha adını veren bu sanal kadınla sürekli konuşmaya başlıyor Theodore. Zaman geçtikçe bağlılık dozu artıyor ve yalnızlığını bu şekilde giderdiğini fark ediyor.
Hikayeyse buradan sonra çok daha garip bir hal alıyor. Theodore Twombly, Samantha adlı bu işletim sistemiyle çıkmaya başlıyor. Evet, bildiğiniz sevgili oluyorlar. Daha fazla bilgi verip de seyir zevkinizi kaçırmamak adın burada kesiyorum yorumumu ama anlattıklarım, izleyeceklerinizin yanında hiç kalacak. Dramı iliklerinize kadar hissedeceksiniz.
“Sanki hayatım boyunca hissedebileceğim her şeyi hissetmişim de artık hissedeceklerim sadece daha öncekilerin zayıf versiyonları olacakmış gibi geliyor.” -Theodore.
Çok ufak bir ayrıntı ama bahsetmeden geçemeyeceğim. Theodore’un, Samantha’yla bilgisayar haricinde de konuşmasını sağlayan telefonunu sürekli kalbinin üzerinde taşıması çok dikkatimi çekti. Belki de gömlek cepleri orada olduğu içindir ve tamamen tesadüftür bu durum, ama Spike Jonze gibi dahi bir sinemacının bu ince detay üzerinde de çalışmış olduğu hissi ağır basıyor ne yalan söyleyeyim.
Spike Jonze, senaryosuyla günümüz sanal aşklarına hicivsel bir yaklaşım sergiliyor ve hali hazırda milyonlarca kişiyi etkisi altına alan, alışılmışın dışındaki diyaloglarla bezeli bir film çıkarıyor ortaya. Filmdeki günlerin çok da uzakta olmadığını anladığımızdaysa, soğuk bir duş etkisi hissediyoruz vücudumuzda ve içler acısı halimizi, teknolojiyle olan münasebetimizi bir kez daha sorguluyoruz.
Jonze, diyaloglar ve senaryo haricinde “alışılmışın dışında” bir işe daha imza atıyor. Filmin türler arası bir yolculuğu olduğunu söylesek de, en başa bilimkurgu yazacağımız bir gerçek. Ama bilimkurgu filmlerinde bugüne dek o kadar çok mekanik robotlar, uçan nesneler, uzaydan gelen yaratıklar ve benzeri şeyler gördük ki, bize bu film oldukça farklı geliyor. Çünkü tüm bu sayılanlarla Her’ün uzaktan yakından alakası yok. Gelecekte geçmesine rağmen ışıklı gökdelenler ve gelişen araçlar yerine, daha çok insan görüyoruz filmde. Arka planda akıp geçen insanların hemen hepsinde bir -kablosuz- kulaklık bulunuyor ve hiç kimse bir diğeriyle diyalog halinde değil, herkes kendi sanal aleminde gezinmekte.
Buradan da yine aynı kapıya varıyoruz ve geleceğin “sanal gerçeklik”ten oluşacağının sinyallerini alıyoruz.
Tür ve Afiş Yanılgısı
Her’ün türü için başa bilimkurguyu koymuştuk. Buna ek olarak distopya, dram ve romantizmi de ekleyebiliriz fakat “komedi” kelimesini görmezden gelebilirsiniz. Birkaç yüz gülümseten espri için komedi yakıştırmasını yapmak oldukça hatalı bir söylem olacaktır. Aynı şekilde filmin afişinde de bir sıkıntı söz konusu. Filme yaydığı retro havasını afişe de yansıtmak isteyen Jonze, tek hatayı burada yapmış ve daha filmi izlemeden birçok izleyiciyi kaybettiğine, birçok izleyiciyi de -özellikle sulu aşk filmi olduğunu sananları- film esnasında senaryoyla sarstığına eminim.
Kendini Yalnız Hissedenlerin Filmi ve Black Mirror Esintileri
Seyrettiğiniz esnada siz de kendinizi filmin bir köşesinde hissedeceksiniz. Korkunç, ürkütücü, sarsıcı… Ama tüm bunlara rağmen sıcacık bir atmosferinin oluşu, tek bir dakikasında dahi sıkılmamanızı sağlıyor ve bunun sayesinde de akıp giden kurguya kendinizi kaptırıyorsunuz.
Bittikten sonra, “Ne filmdi ama!” denilebilecek bir film Her. Yine de, bazı filmlerden, kitaplardan etkilenmek için hayatta yaşadığınız olaylar önem teşkil ededebliyor. Bu filmde de öyleydi sanki. Theodore’un “işletim sistemi bulunamadı” yazısını gördükten sonra yaşadıkları, elinden hiçbir şey gelmeden sadece koşması ve Samantha’nın sesini tekrar duyduğundaki o rahatlaması… Gerçekten filmin en etkileyici kısmı olmaya adaydı o sahneler. Kendini yalnız hissedenlerin filmi Her.
Ve değinmediğim noktalardan birisi de şu: Film bana baştan sona “Black Mirror” tadı verdi. Black Mirror’ı bilenler bilir, bilmeyenler için kısaca söyleyeyim. İlk olarak 2011 yılında üç bölümlük bir mini dizi olarak karşımıza çıktı Black Mirror ve izleyen hemen herkesi sarsan bölümleriyle tanınır. 2. sezonu (3 bölüm) 2013’te, noel özel bölümü 2014’te, 3. sezonu ise (6 bölüm) çok kısa bir süre önce yayımlanan dizinin her bölümünde teknolojinin insan hayatını nasıl sömürdüğü gözler önüne serilir ve insanı derinden etkileyen bir yapıya sahiptir. Her’ü izlerken de sanki Black Mirror’ın yeni bir bölümünü izliyormuş gibi hissedebilirsiniz. Kısaca Jonze’un evreni de en az Charli Brooker tarafından yaratılan Black Mirror gibi distopik.
Oyuncu Performansları ve Ödül Karnesi
Joaquin Phoenix’in oyunculuğu kelimenin tam anlamıyla Oscar’lık. Fakat ne yazık ki 2014’ün Oscar Ödülleri’nde adaylık dahi elde edemediğini belirtmek gerek. Oyunculuk yeteneğinin yanı sıra, güzelliğiyle de ön plana çıkan aktris Amy Adams’ı da izleme fırsatı bulmuştuk Her’de. Tıpkı Phoenix de olduğu gibi Adams da Oscar’da adaylık elde edememişti. Filmdeki gizemli işletim siteminin seslendirmesini de yine tanıdık bir isim yapıyor: Scarlett Johansson.
Karakter odaklı bir film olduğundan, Theodore hariç diğer karakterler yüzeysel olarak geçilmiş durumda. Bu yüzden Theodore’un adaylık dahi alamadığı bir organizasyonda diğer karakterlerin adı dahi geçmez. Ama çok ilginç bir nokta var daha var: Scarlett Johansson filmde sadece sesiyle varlık gösteriyorken, Roma Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kucaklamayı başarmış ve haliyle sadece sesiyle böyle bir ödül kazanan ilk oyuncu olarak da tarihe geçmiştir.
Bunlara ek olarak, En İyi Özgün Senaryo dallarında hem Oscar hem de Altın Küre Ödülü almayı başaran Spike Jonze’un başyapıtı Her, toplamda ise tüm ödül törenlerinde 178 adaylıktan 77’sini kazanmayı başarmıştır.
Son Söz
Her’ün müzikleriyle de fark yarattığını söylemek mümkün. Samantha ve Theodore’un birlikte söyledikleri “The Moon Song” bu film ile özdeşleşip bir klasik olmaya aday.
Kısaca Her, terk edilmişlik, yalnızlık, karamsarlık, mutsuzluk gibi temaların ustaca yoğrulmasıyla ortaya çıkan senaryonun etkileyici bir boyut kazandığı, gösterişten uzak, naif bir film.
İzleyin. Pişman olmayacaksınız.
“Kalp, kapalı bir kutu gibi değildir; sen sevdikçe o da büyür.” -Samantha.