Sinema izleyicisi, sinemanın kuruluşundan günümüze kadar, farkında olarak ya da olmayarak çeşitli eserlerde sayısız kod ve göstergeye şahit oldu. Sinemanın ilk alt metinleri, Auguste ve Louis Lumiere kardeşlerin 28 Aralık 1895’te gerçekleştirdiği ilk sinema gösterimiyle izleyiciye sunulmuştu bile. Hayattan çeşitli kareleri içinde barındıran, birbirinden bağımsız kısa filmlerin oluşturduğu bu gösteri, o güne kadar fabrikadan çıkan işçileri ya da bir trenin istasyona yaklaşmasını perdede hiç görmemiş olan ve zamanı geriye doğru aktaran görüntü tekniği ile ilk kez karşılaşan izleyiciler için kuşkusuz büyük bir dönüm noktasıydı.
Modern sinemanın yapı taşlarına temel oluşturması açısından bu ilk sinema gösterimi anlamlıdır. Lumiere Kardeşler kısa filmlerinde, kamerayı sabit tutarak gösterdikleri olayları tek bir planla izleyiciye sundular. Vermek istedikleri mesaj, hayatın sürekli bir akış halinde, müdahale edilemez, başlangıca ve sona sahip olan bir olgu olduğu ile ilgiliydi. Tüm filmlerinde kameralarını sürekli sabit tutmalarının nedeni de bu bakış açılarının bir yansımasıydı. Bu ilk gösterim, ileride sinemanın 7. Sanat olarak kabul edilmesine neden olan en büyük olaydır.
Sinema sanatı açısından bir başka büyük olay, Sovyet yönetmen Dziga Vertov’un 1929’ta çektiği “Kameralı Adam” (The Man With The Movie Camera) adlı belgesel eseridir. Vertov için dünya sinema tarihinin ilk kamera cambazı diyebiliriz. Bu belgeselde kamera sanki canlı bir varlıktır. İstediği gibi zoom, pan, hareket ve kesme yapabilmektedir. Bir başka deyişle modern sinemanın tüm kamera tekniklerine sahiptir. Belgeselin ilk sahnelerinde, kamera merceğine doğru yapılan yakın planda bir göz belirir. Bu adeta kameranın yüceltilmesi ve Vertov’un kameranın gücüne karşı duyduğu bir hayranlıktır. Çünkü bu sayede, istediği her olayı kamera aracılığıyla belgeleyip sunabilecektir.
Kameralı Adam, tamamen nesnel bakış açısı ile gerçekleştirilmiş bir başyapıt. Eserdeki ritim duygusu ise hayranlık verici. Nesnel olmasının sebebi, çoğunlukla görüntülerdeki insanların belgelendiklerinin farkında olmayışlarıdır. Bir günün başlangıcı ve bitişini konu alan bu eserde çoğunlukla işçi sınıfı gösterilir. Vertov’un kamerası ile nasıl bir organik ilişkisi varsa, işçi kesiminin de makineler ile bağı aynıdır. Sinemada hangi tekniklerin kullanabileceğini ve o döneme kadar kamera ile denenmemiş yöntemleri göstermesi açısından bu eser sinema sanatı için bir diğer büyük olaydır.
Bu iki örnekte olduğu gibi daha birçok örnek sıralanabilir. Örneğin; Fritz Lang’in “Metropolis” başyapıtı… Avusturyalı yönetmenin 1927 yılına ait bu eseri, Georges Melies’in Aya Seyahat’ine (Le Voyage Dans La Lune) kıyasla daha ciddi ve karanlık bir eserdi. Lang, bizlere adeta distopik bir dünya sunup, işçi sınıfının kapitalist düzen karşısındaki çaresizliğine ve totaliter rejimin toplumu iki sınıfa ayırarak onları kendi refahları için sömürüşüne dikkat çekiyordu. Fritz Lang’ın eseri gösterime girdiğinde tepki ve övgüyü aynı anda aldı. Lang, açıkça mevcut siyasi oluşuma dokunduruyordu. Totaliter rejim, günümüzdeki kimi hükümetlerin gizliden gizliye hayalinin kurdukları bir sistem. Kişiler bu sistem ile bireysellikten çıkarak, sistemin içinde bir oradan bir oraya sürüklenen devreler olurlar. Otoriteye teslim olan insan, varoluşu ile ilgili felsefi farkındalığını yitirir, düzen içinde kaybolur. Düşünen ve sorgulayan insan, otorite için çarkın içindeki bozuk bir dişlidir. Lang, eserlerindeki alt metinleri izleyiciye imgelerle vermeyi tercih eden bir isim.
Sinema sektörü uzun bir süredir ”eğlence sisteminin” ayrılmaz bir parçası. Günümüz dünyasında, bu sanatta ticari kaygıların daha ön planda olması endişe verici. Artık yaratıcı anlamda daha az eser önümüze geliyor ve bugünün stüdyo sistemi, yenilikçilik adına yapılan farklı denemelere, sırf ticari kaygılardan ötürü daha az tolerans gösteriyor. Evet, bağımsız sinema, stüdyo sisteminin dışında bu noktada devreye giriyor ama en azından 80’lerin sonuna kadar olan dönemde ticari başarı elde edebilmiş (hem seyirciyi hem de stüdyoyu mutlu etmiş) ve sanatsal açıdan değerli filmler de geldi. Bu eserler salt tek bir türe ait de değillerdi.
Popüler bir örnek olarak, artık kült bir klasik olan Paul Werhoeven imzalı, 1987 tarihli Robocop filmini anımsayalım. Trajik bir silahlı saldırı sonucunda komaya giren polis memuru Alex Murphy, mega-şirket olan OCP’nin çalışmaları sonucu gözünü bir robot olarak açar. Gerçek kimliğini başlarda hatırlayamayan Murphy artık şirketin malıdır. Konusu yakın gelecekte geçen yapımda usta yönetmen Werhoeven, acımasız bir medya ve sistem eleştirisinde bulunur. “Gelecekte bizleri şirketler yönetecek” öngörüsüne bağlı olarak, yapımda da söz konusu şirket ülke rejiminde büyük bir söze sahiptir. Werhoeven, Robocop karakterinde Fritz Lang’in Metropolis’indeki robota da selam göndererek bu metal yığınının, otoritenin ete kemiğe bürünmüş hali olduğunu gösteriyor. Murph’in zamanla geçmişini hatırlamaya ve var olduğunun bilincine varmaya başlamasıyla birlikte, otorite nezdinde hemen çarkın bozuk dişlisi konumuna düşüyor, istenmeyen varlık oluyor.
80’ler sinema açısından ilginç bir dönemdi ve bu döneme damgasını vuran en büyük olaylardan biri Amerika’nın Rusya ile yaşadığı soğuk savaştı. Yaşanan soğuk savaş sinemada Rambo karakterini yarattı. Gayet kalburüstü olan ilk filmi dışarıda tutarsak, serinin sonraki iki devamı çok ayrı bir yerde konumlanıyor. Rambo, Amerika’nın ta kendisi olmuş ve Rusya’yı ticari anlamda, sinemada da yenmek için yaratılmış yapay bir kahramandı. Fakat Rusya sinemasının Sergei Eisenstein ve Andrey Tarkovski gibi isimlerden oluşan sağlam sinemasal kalesi kolay yıkılacak gibi değildir. 80’ler dönemini hatırlayanlar için soğuk savaşı sinema perdesinde de yaşamış olmak ilginç bir deneyimdi kuşkusuz.
Bir dönem furya haline gelen Vietnam konulu filmler içinde Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket (1987) eseri daha çok öne çıkar. Kubrick iki aşamalı bir anlatı kurup, savaşı da metafor olarak ele alır. Eserin ilk yarısı, askeri eğitimdeki bireyin nasıl da bir savaş ve ölüm makinesine dönüştürüldüğü ile ilgilidir. Başrol oyuncusunun yapımdaki lakabının Joker olması ve Vietnam görevindeyken taktığı kaskın üzerine Born To Die (Ölmek İçin Doğmuş) yazması filme zekice bir ironi katar. Başkarakterin savaşa karşı olan naif bakışı, Kubrick’in bu olaya karşı olan duruşunu temsil eder. Born To Die yazısı filmdeki en büyük kod olup, güçlü olan devletin kendi menfaati açışından öldürmeye ve yok etmeye meyilli olduğuyla ilgi bir dokundurmadır. Bu dönemde Müfreze (Platoon – 1986) gibi benzer eserlerin, savaş karşıtı olmaktan çok Amerika’nın kendisine karşı yapmış olduğu bir öz eleştiri niteliği taşıdığını görüyoruz. Vietnam konulu bu benzer eserlerde, asıl düşmanın bizzat kendileri olduğu gerçeği çıkıyor.
60’lar, 70’ler ve yukarıda örneği verilen 80’ler sinemasında, dönemin siyasi ve politik hesaplaşmalarını konu eden filmlere sıkça rastlıyoruz. Bu tarz yapımlar, hem ticari hem de sanatsal başarı getirmişlerdi. Fakat günümüzün totaliter bir başka rejimi, acımasız stüdyo sistemi ve bunun sonucunda oluşan kapitalist sinemadır. Her sene büyük reklam kampanyaları ile duyurulan büyük bütçeli ama içi boş yapımlar bu sistemin birer parçasıdır. Genetiği ile oynanmış ve bize gümüş tepsilerde sunulmaya çalışılan ve birbirinin aynısı olan gişe canavarları… Sanatın bu şekilde köreltilmeye çalışılması tehlikeli bir gelişme. Neyse ki, sanatsal açlık çektiğimiz zamanlarda, Uzak Doğu ve Rus sineması imdadımıza yetişiyor. Fakat onların bile, ülkemiz dahil diğer ülkelerde mevcut kapitalist düzen karşısında gösterim imkanları çok dar. Her sene sürekli karşımıza çıkarılmaya çalışılan bol efektli ve belli şablonlara sahip kısır eserler, yeni gelen neslin algısında estetik olarak büyük tahribatlara yol açmakta. Bu tarz gişe canavarları ile büyüyen yeni nesil, sinemada sanatsal derinliğin ve estetiğin bu olduğunu kabul edecek ve farklı anlamlara, alt metinlere sahip Sireted Away (Ruhların Kaçışı), The Return (Kaçış) ve Uzak gibi filmlerle denk gelince bunlara karşı kayıtsız kalacaklar ve anlamlandıramama sorunuyla karşılaşacaklardır.
Sinema sanatının ve diğer tüm sanat dallarının en büyük dayanaklarından biri günümüz dünyasıdır. Sanatçı yaşadığı dönemin sorunlarını ve işleyişteki çarpıklığı direkt ya da metaforik bir anlatımla izleyiciye verir. Her birey, kendi felsefi ve bilgi birikiminin ölçüsünde gösterilen kodları, alt metinleri ve göstergeleri algılayabilir. Maalesef günümüzün “pop corn” kültürü buna minimum düzeyde izin veriyor. Sinema her dönem değişme ve büyüme eğiliminde olmuştur. Son yıllarda yaşanan kısır döngü elbette ki mutlak değildir. Son yıllarda ilginin giderek Uzak Doğu ve Avrupa sinemasına kayması belli bir uyanışın göstergesidir.
7. Sanat’ın amaçlarından biri elbette ki eğlendirmektir. Sulu komedi diyebileceğimiz Borat’ta bile Sacha Baron Cohen, yaratmış olduğu tuhaf Kazakistanlı karakter ile Batı toplumu hakkında önemli sosyolojik tespitler sergiledi. Batı toplumunun kendisinden farklı olana karşı ne denli ön yargılı ve bencil olduğunu bir nevi afişe etti. Yabancı karşısında kendisini yabancılaştıran, Batı toplumun ta kendisiydi. Kısaca sinema sanatı, tıpkı diğer sanatlarda olduğu gibi göstergeler ve anlamları ile var olandır.