Walt Disney’in eserler üzerindeki politikası, belli bir katarsis yapıya, çarpıklık içeren ilişkilerin gösterilmemesine ve mutlu sonla bitirilmesi esasına dayanır. Günümüzde de Disney’in kendi yapımlarındaki bu kurallar geçerlidir. Disney yapımı olan son Star Wars filmi The Force Awakens’in devamını konu alacak sonraki iki bölümün, çok daha karanlık (en azından bizim beklediğimiz kadar) olmayacağını düşünebiliriz. Ne ilginçtir ki bazı Disney animasyon yapımlarının kimi sahnelerinde, muhtemelen bu politikaya tepki olarak ilginç subliminal mesajlarla karşılaşabiliyoruz. Bunlar, çizerlerin Disney’e ve izleyicilere karşı yaptıkları hınzırlıklardı belki de.
Çekildiği dönem açısından ele alırsak The Black Hole, Disney yapımları içinde uç bir noktada. 1979 yapımı olan film, bir araştırma ekibinin bir kara deliği ve onun yörüngesinde terk edilmiş gibi duran uzay gemisini keşfini konu alıyor. Ekip, 20 yıldır bu kara deliğin yörüngesinde bekleyen gemide Dr. Hans Reinhardt (Maximilian Schell) ile karşılaşır. Reinhardt’ın karanlık bir geçmişe sahip olduğunu ve bu 20 yıllık süre zarfında kara deliğin içine yolculuk yapmak için beklediğini öğrenirler. 2130 yılında geçen yapım, Disney için hayli karanlık denilebilecek bir duruş sergiliyor. Reinhardt, hikayenin merkezi görevini üstleniyor. Doktor karakteri, daha önce sinema tarihinde çokça karşılaştığımız “çılgın bilim adamı” örneklerinden birisi. Karakterin kötü kişiliği, siyah ve beyaz ayrımındaki gibi diyebiliriz. Sinemanın son 15 yıllık sürecinde iyi ve kötü karakterler hikâyelerde kişilik bazında esnetilmeye başlandı. İyinin, çok çok iyi ve kötünün, çok kötü olduğu yapımlardan izleyici çoktan bıktı. Neyse ki, günümüzde hikâye anlatımında, karakterlerin kişiliklerine farklı tonlar ekleyebilen ve onları gerçek bir insan olarak sunan yapımlar artık ortaya konulabiliyor. The Black Hole’un karakter kompozisyonunda klişe bir yol izlediği söylenebilir.
The Black Hole’u farklı kılansa yakın dönem yapımlara benzerlik gösteren yanları. Dr. Reinhardt’ın gemisi devasa bir katedrali andırırken, robotlaştırılmış insan tayfasından oluşan ekibinse orta çağ benzeri üniformalar giydiğini görüyoruz. Yapım, dinsel metinlere direkt olmasa da dolaylı olarak giriyor. Doktorun, ekibini robotlaştırması ve koşulsuz emir almaya programlaması onu tanrı konumuna sokuyor. İlginç olan yansa insanlıktan çıkmış olan bu ekip, aralarından birini kaybettiklerinde onlar için cenaze töreni yapabiliyorlar. Yakın dönem benzer yapımların eser ile olan paralelliğini, Evet Horizon (1997) ve Interstellar’da (2014) görebilirz.
Event Horizon’da da kaybolan bir uzay gemisi söz konusuydu. Geminin şekli, görünüş olarak bir haç’a benziyordu ve aynı zamanda geminin tasarımını da yapmış olan Dr. William Weir (Sam Neill), solucan delikleri sayesinde yıldızlar arası bir yolculuk gerçekleştirmek istiyordu. Fakat kayıp gemiye ulaştıklarında, geminin bilinen evrenin dışına gidip geldiğini öğrenirler ve çok geçmeden ekibin kayıtlı görüntülerini izleyip dehşete düşerler. Ekip adeta delirircesine birbirlerini yok etmiştir. Dahası bu vahşet esnasında ağızlarından latince sözcükler çıkmaktadır. Bilinen evrenin dışına çıkarak bir nevi cehennemi gemilerine getirmişlerdir. Event Horizon’ın hikâye anlatımında pek çok dinsel alt metne rastlamak mümkün.
Interstellar’la benzerliği, ekibin en önemli elemanlarından olan robot Tars ve kara deliğe yapılan yolculuk sonrası çıkan manzarada görülebilir. The Black Hole’da araştırma ekibinden ve sorumlularından biri olan robot Vincent, Tars örneğinde olduğu gibi gemiyi kumanda etmekte ve ekiple birlikte araştırma görevine katılmaktadır. Dr. Reinhardt da gemisinin hasar görmesi sonucu, tıpkı Cooper gibi kara deliğe girer. Tek fark, Cooper’ın uzay elbisesi giyerken, Reinhardt’ın üstünde herhangi bir koruyucu giysinin olmamasıdır. Dr. Reinhhardt’ın en büyük yoldaşı gene bir robot olan Maximilian’dır. Doktoru canlandıran Maximilian Schell için filmdeki robota onun ismi verilmiş. O da doktor gibi kötü denilebilecek bir robot. Maximilian, doktorun adeta bir alt egosudur. Doktorun kişilik yapısından hayli etkilenmiş gözüken Maximilian, sonlarda yaratıcısını yüz üstü bırakacaksa da ikili birlikte kara deliğe girerken bedenen birleşeceklerdir.
Doktor, kara deliğe girmeden önce robotuyla yer çekimsiz ortamda karşılaşınca ona sarılır ve bir sonraki sahnede gözleri robotun içinde belirir. Tek beden olmuşlardır. Doktor kara deliğin içinde ve ona özgü yaratılmış ortamda artık olmak istediği tanrıdır. Orta Çağ atmosferi kokan cehennem tasvirli bu ortam son derece etkileyici yansıtılmış. Robotuyla bütünleşmiş olan doktor bir tepenin ucunda dikilmiş vaziyette cehennemine hükmetmektedir. Cooper da kara deliğe girdikten sonra kendisine karşı hazırlanmış bir ortamla karşılaşır ve ona da robot Tars eşlik eder. Söz konusu filmlerin The Black Hole ile benzerlikleri ilginçtir. Elbette ki bir taklitçilik söz konusu değil. Eserlerin birbirlerinden ilham almaları son derece doğal. Event Horizon ve Interstellar kendi içlerinde özgün ve başarılı eserler.
The Black Hole kusursuz bir film değil. Olaylar çok kısa bir zaman dilimde gerçekleşiyor. Bu aceleci tavrından dolayı karakterlerle özdeşleşemiyoruz. Robot Vincent en hatırda kalıcı olanı. Vincent adeta R2-D2’nun havada uçan ve konuşan hali. Araştırma ekibinin kayıp gemiye girmesi ve karşılaştıkları doktorun birkaç saat sonra kara deliğe yolculuk yapması pek mantıklı gözükmüyor. Gemisinde 20 yıldır bu iş için hazırlanan doktorun, söz konusu yolculuğa ziyaretçilerin geldiği gün karar vermesi mantıksız bir risk. Çünkü kurtarma ekibinin gemisi hasarlıdır ve doktorun planına engel olmak gibi bir nedenleri yoktur. Dolayısıyla ekip gemiyi terk ettikten sonra planını gerçekleştirebilirdi. Durduk yere bela yaratan kurtarma ekibi değil, doktorun ta kendisi. Normalde sinema tarihinde benzer öyküler tam tersi şekilde olur.
Eserin olumlu yönlerinde biri muhteşem müzikleri. Besteci, birçok James Bond filminin de müziklerini yapmış olan John Barry’dir. Akılda kalıcı bir iş ortaya çıkarmış olan Barry, kimi temalarıyla önemli olan sahneleri güçlendirmekte. Vincent’in Maximilian ile çatıştığı ve kurtarma ekibinin kimi aksiyon sahnelerindeki temalar akılda kalıcı nitelikte. Filmden çok hoşnut kalınmasa da müzik çalışması arşivlere eklenebilir.
Yönetmen Gary Nelson televizyon için yaptığı işlerle tanınmakta. En bilinen işi diyebileceğimiz filmi, Indiana Jones benzeri olan, Allan Quatermain and The Lost City of Gold (1986). Fakat olumlu eleştiriler almamış bir yapım. Nelson, The Black Hole’da diğer işlerinden daha başarılı bir yönetmenlik performansı sergiliyor. Doğru açılara yerleşmiş kamerası, kayıp gemi ortaya çıktığında onu görkemli bir şekilde resmetmesi ve daha buna benzer akılda kalıcı birçok sahne… Oyuncu yönetimde şanslı çünkü kadroda epeyce tanınmış isim var. Maximilian Schell, Anthony Perkins, Robert Forster ve Ernest Borgnine gibi güçlü isimler yönetmene eşlik ediyor. Maalesef, Schell ve Forster’ın oyunculukları pek parlak değil. Robert Forster’ın yüz ifadesinden, “benin burada ne işim var” haykırışı belli oluyor. İfadesiz bir oyunculuk sergilemiş. Schell, doktor karakterini fazla karikatürize etmiş. Joseph Bottoms’ın canlandırdığı teğmen içlerinde en esprili olanı.
Yapım teknik anlamda ortalama, fakat bazı sahnelerde robotlara bağlanmış iplerin fark edilmesi sahnelerin gerçekliğini sekteye uğratıyor. The Black Hole gene de ilgiyi hak ediyor. Şu an kült denilebilecek seviyeye ulaşmış yapım, özellikle son sahneleriyle çok etkileyici. Cehennem benzeri mekânın usta işi müziklerle desteklenerek tasvir edilmesi sahneyi tekrar izleme ihtiyacı hissettiriyor. Tam bir 70’ler bilimkurgusu örneği olan yapımın günümüzdeki eserlere ilham vermesi de artı bir özelliği. Belli açılardan gizli bir hazine diyebileceğimiz eser, bazı damaklarda hoş bir tat bırakabilir…