children-of-men

Gerçekçi Sinema

Başarılı yönetmen Alfanso Cuaron’un Gravity (Yerçekimi) filmi, bizlere sinemada gerçekçilik akımının iyi bir örneğini sundu. Alman dışavurumculuğu ile İtalyan yeni ve Fransız yeni dalgasının bir uzantısıydı Gravity. Cuaron’un bu eserini hayata geçirmek için artık modern bir klasik kabul edilen Children Of Man’dan (Son Umut – 2006) sonra uzunca bir ara vermesinin asıl sebebi, seyirciye gerçekçi bir deneyim yaşatabilmek adına mevcut teknolojinin biraz daha gelişmesini beklemesiydi. 2013, bilimkurgu türü açısından zengin bir yıl oldu. Her ne kadar Oblivion, Elysium ve After Earth ile kıyaslandığında bilimkurgu türünde bir yapım sayılamayacak olsa da, Gravity bu filmler arasında izleyici açısından en tatmin edici olanıydı ve yılın en büyük sinema olaylarından biriydi.

Alfanso Cuaron, Brian De Palma gibi kesmesiz uzun plan tekniğini ustalıkla kullanan bir yönetmen. Children Of Man’da olduğu gibi, son eserinin açılış sahnesinde de aynı yönteme başvuruyor. Yaklaşık on dakikalık bir süreyi kaplayan bu kesmesiz uzun planda Cuaron, hem “uzayda yalnızlık” temasını hem de sinema sanatında teknolojinin ulaştığı son noktayı vurguluyor. Sandra Bullock’un başarılı oyunculuğu ve üç boyut tekniğinin başarılı kullanımı benzersiz bir deneyim yaratıyor. Son yıllarda izleyicide iyice bıkkınlık ve yorgunluk yaratan üç boyutlu yapımların aksine, Gravity bu tekniği bizzat amacı doğrultusunda ve ustalıkla kullanıyor. Aslında sinemada üç boyut, 30’lu yılların sonlarından beri var olan bir tekniktir. Dramatik bir biçimde bu teknik, beyaz perdeye olan ilginin azaldığı dönemlerde izleyiciyi tekrar sinema salonlarına çekebilmek için kullanılmaktadır. 1950’lerde televizyonun oturma odasına girmesi ile birlikte ticari anlamda kan kaybedeceğinden endişe eden sinema endüstrisi bu yola başvurmuş ve son on yıldır sinema filmlerinin internet ortamından izlenebiliyor olmasıyla da bu tarz yapımlar tekrar sinema salonlarında yer almaya başlamıştır.

gravity

Başlarda sinema sanatının gelişimi için kullanılan üç boyut tekniği tartışmalı bir tekniktir. Beyaz perdeye seyirci çekmekten başka bir amacı olmayan son dönem yapımlarına baktığımızda, bunların birçoğunun sonradan üç boyuta çevrilmiş olan yapımlar olduğunu görüyoruz. James Cameron’un, Avatar yapımı için yeni bir üç boyut teknolojisi geliştirmesi ise sinema endüstrisinin gidişatını derinden etkiledi. Avatar, en başından beri üç boyutlu olarak tasarlanan, senaryo ve hikâye açısından bu tekniğe hizmet eden bir yapımdı. Gravity’in başarısının altında da aynı nedenler yatıyor. Cuaron, eserini başlangıç aşamasından itibaren bu teknik üzerine inşa ederek, izleyiciye gerçekçi bir deneyim yaşatmayı amaçlıyor.

Sinema tarihinin belli dönemlerinde ortaya çıkmış ana akımlara baktığımızda, tüm bu akımların ortak amacının “gerçekçilik” olduğunu fark ediyoruz. Son dönemin en büyük sinema hareketi Dogma 95’ti. Danimarkalı yönetmenler Lars Von Trier ve Thomas Vinterberg’in öncülüğünü yaptığı bu hareketin asıl düsturu hikâyenin gerçekçi olarak anlatılmasıydı. Gerçekçilik adına, kabul görmüş sinema tekniklerinin ve hikâye anlatımının dışında hareket etmeyi seçmiş bu akım, izleyiciyi aptal yerine koyarak milyon dolarlık içi boş eserler üreten ve böylece yozlaşan sinema endüstrisine karşı gelişmiş bir tepkiydi. Çekimlerin stüdyo dışında yapıldığı, kameranın elde taşındığı ve anlatılan hikâyenin tür sineması dışında olması gerekliliği ile ilgili bir akımdı Dogma 95. The Idiots (Gerizekalılar), Italian For Beginners (İtalyanca Aşk Başkadır) ve The Celebration (Şölen) bu akımı temsil eden en iyi filmlerdi.

İtalyan yeni gerçekçiliği ise İkinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkmıştır. Bu akım, görkemli eserlerden çok, işçi sınıfına mensup olan bireyin toplum içindeki yeri ile hükümetlerin faşizan tutumları sebebiyle vermek zorunda kaldıkları hayat mücadelelerini konu edinmek ile ilgileniyordu. Oyuncu kadrolarına çoğunlukla deneyimsiz ve hikâyelerde konu edilen işi daha önce yapmış olan kişiler seçilirdi. Dekor olarak gerçek mekânlar yeğlenir, kimi zaman doğal gözleme dayanan metotlar kullanılırdı. İtalyan yeni gerçekçiliğinin bir devamı niteliğine olan Fransız yeni dalgası, klasik film anlatısının dışında bir duruş sergileyip Auther (yaratıcı) kavramını ortaya çıkarmıştır. Tüm ana akımlara ortak olan bir biçimde hikâye, biçim ve yönetmenlik adına yeni şeylerin peşinde olan Fransız gerçekçiliğinin en büyük temsilcilerinden biri Jean – Luc Godard’tı (Serseri Âşıklar). İtalyan akımında olduğu gibi Fransız yeni dalgasında ortaya çıkan eserlerde de toplumsal meselelerin ön planda olduğunu görüyoruz. Serseri Âşıklar’da diyaloglar neredeyse doğaçlama olarak şekillenmiş, sahnelerde doğal ışık kullanılmıştır. Godard, kamerayı çoğunlukla elde kullanarak belgesel tarzı bir gerçekçiliği hedeflemiştir. Sinema tarihinde Auther sıfatını hak etmiş büyük isimlerin hepsi, ana akım sinemayı yeniden yorumlayıp yeni anlatım biçimlerinin peşinde olmuşlardır. Şimdilik son sinema hareketi olarak kabul edebileceğimiz “Dogma 95” tüm bu ana akımların bir senteziydi.

Alfonso Cuaron, Y Tu Mama Tambien (Ananı Da), Children Of Man (Son Umut) ve Gravity (Yerçekimi) ile birlikte kendi sinemasında belli bir gerçekçiliğin peşinde. Yönetmen, bir yol filmi olan Y Tu Mama Tambien’da hareketli kamera kullanımı ve sahnelerdeki doğaçlama hissi ile dikkat çekerken, Children Of Man’da kesintisiz uzun planlar ile dramatik etkiyi arttırıp, son eserinde de artık burun kıvrılan üç boyut teknolojisini hikâyeye hizmet etmesi için tekrardan yorumlayarak bir Auther sineması örneği veriyor. Sinemada görsel efekt teknolojisi, bu sanattaki gerçekçiliğin önündeki en büyük engel olabilir mi? Bilimkurgu, korku ve fantastik türündeki yapımlar görsel efektlere bağımlı olmaları yüzünden gerçekçi sinemanın dışında mı olmaya mahkumdur? Elbette böyle bir şey söz konusu değil. Türü ne olursa olsun, hikâyenin anlatılması esastır. Hikâyenin sağlam bir zemine oturtulup başarılı bir yönetimle izleyiciye aktarılması, filmin türü ne olursa olsun gerçekçilik algısını yaratacaktır. Ridley Scott, başyapıtı Alien’da (Yaratık – 1979) bilimkurgunun kilometre taşlarından birini yaratmış ve şirketlerin birer canavar olduklarını, işçilerin de onların birer kölesi olduğu gerçeğine vurgu yapmıştı.

Tüm yeni dalgalar ve hatta Dogma hareketi, günümüz dünya sinemasını şekillendiren en önemli unsurlardı. Artan stüdyo baskısı yönetmenlerin hareket alanını kısıtlasa da, Avrupa ve Uzak Doğu sinemasında halen özgür işlerle karşılaşabiliyoruz. Batı sinemasında, ancak kendisini kanıtlamış ve belli bir güce sahip isimler eserlerinde özgür olabiliyor. “Gerilla” sinemacılığının öncülerinden olan Robert Rodriguez’in sağdan soldan topladığı ve kimi yeni çıkacak ilaçlar için kendisini kobay olarak kullandırarak kazandığı parayla gerçekleştirdiği ilk filmi El Mariachi (Gitarım Ve Silahım) gerçek bir azim örneği. Kadrosunun tamamı amatör oyunculardan oluşan bu yapım tuhaf bir gerçekçiliğe sahipti. Gezgin bir gitaristin gittiği kasabada bir suç çetesiyle başının derde girmesini anlatan yapımda Rodriguez, filminin senaristliğini, kurgusunu, kameramanlığını ve müziğini tek başına üstlenmişti. Bir mucize eseri filmini Columbia Pictures’a kabul ettirip başarılı oldu. Şimdi ise kendi film şirketine sahip (Troublemaker Studios) olan Rodriguez, özgürce filmlerini çekebilmektedir. Rodriguez ilk filmi ile bağımsız sinemacılığın önünü açmış, Quentin Tarantino’nun da Rezarvuar Köpekleri ve Pulp Fiction filmleri ile diğer sinemacıları etkilediği Tarantinesk film akımlarının öncüsü olmuştur.

Sinema tarihinde ortaya çıkmış olan birçok ana akım, bu sanatın gerçekçi bir sanat dalı olabilmesi için çalışmış ve bu sanatın aksayan yönlerine tepki olarak ortaya çıkmıştır. Dogma 95 gibi akımlar bilinçli yaratılmışken, Fransız yeni dalgası gibi akımlar bilinçli olarak ortaya çıkmayabilmektedir. İşte Gravity, bizlere bu sinema akımlarının bir muhasebesini yaptırıyor.

Yazar: Buğra Şendündar

1979 İstanbul doğumlu. Sinemaya olan ilgisi daha yedi yaşındayken dedesiyle sabahlara kadar film izlemekle başlar. Daha önce çeşitli mecralarda sinema üzerine makale ve eleştiriler kaleme aldı. Günümüzde, Bilimkurgu Kulübü'nde yazarlık serüvenine devam ediyor. Ona göre sinema, insanın kendini keşfetmesidir.

İlginizi Çekebilir

Bilimkurgunun Bıçkın Delikanlısı: Karl Urban

Karl-Heinz Urban, 7 Haziran 1972’de Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da doğdu. İki ebeveyni de çok zengin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et