The Big Friendly Giant (2016) filmiyle Steven Spielberg, Roald Dahl’ın fantastik hikâyesini beyazperdeye uyarladı. İyi yürekli bir devin yetimhanedeki Sophie (Ruby Barnhill) isimli kızla olan arkadaşlığını anlatan fantastik yapımda Spielberg, dokunaklı bir masal sundu. İyi kalpli devi, gene bir Spielberg yapımı olan Bridge Of Spies (2015) ile en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünün sahibi Mark Rylance canlandırdı. Müzikler, her zaman olduğu gibi John Williams’a aitti. Hedef kitlesi küçükler olan bir yapımın yönetmen kadrosunda Spielberg gibi bir ismin olması, ister istemez yetişkin kitlenin de bu tarz yapımlara ilgi göstermesine neden olmaktadır. Farklı türlerde birçok eser vermiş olan usta yönetmen, 2018’de iki iddialı yapımla adından gene söz ettirecek.
Çocukluğu büyük oranda 80’li ve 90’lı yıllarda geçmiş olan nesil için Steven Spielberg’in önemi büyük. O dönemki çocukluk anılarımızda sevdiğimiz filmlere dair örneklerde birçok Spielberg filmini sıralayabiliriz: Bir sahil kasabasına dadanan köpek balığı Jaws (1975) yüzünden, ciddi oranda bir kitle denize korkarak girer oldu. Close Encounters of The Third Kind (1977) sayesinde iyi uzaylıların da olabileceğini gördük. Raiders Of The Lost Ark (1982) ile Dr. Indiana Jones görülmemiş bir macera yaşattı. E.T. (1982) ile gene kötü uzaylı imajı alt üst edilip, bu sefer iyi kalpli yabancıyı bağrımıza bastık. Empire of The Sun’da (1987) savaşın korkunç yüzünü bir çocuğun gözünden gördük. Jurrassic Park’da (1993) dinozorları gerçek anlamda kanlı canlı görürken hem korktuk hem de büyülendik.
Usta yönetmen, The Color Purple (1985) ve Empire Of The Sun’da (1987) ciddi hikâyelerin de altından başarıyla kalkabileceğini kanıtlamıştı; çünkü bu iki filme kadar olan dönemde bazı sinema otoriteleri tarafından ciddiye alınmama problemi yaşamıştı. Evet, gişede fiyasko yaşayan 1941 (1979) haricinde tüm filmleri büyük iş yapmıştı; hatta “sinemanın harika çocuğu” olarak anılmaya da başlamıştı bile. The Color Purple, aslında Spielberg için bir sınavdı. Yeteneğine şüpheyle yaklaşanlar için efektleri olmayan, gişe kaygısı güdülmeyen ve ciddi bir öykü anlattığı ilk yapımdı. Hâlbuki bir korku, macera ve bilimkurgudan da ciddi bir eser yaratılabilir. Bu ön yargı, günümüz anlayışında bile halen yerini korumaktadır.
Alice Walker’in romanından uyarlanan The Color Purple, Celie Johnson’ın (Whoopi Goldberg) dramatik hikâyesini anlatıyor. Celie, babası tarafından tacize uğramış ve yıllar boyu efendisi bildiği adama evlenilmek üzere satılmıştır. Vurucu bir hikâyeye sahip olan yapım, 1986 Akademi Ödülleri’nde En İyi Film kategorisinde yarışmıştı. İki sene sonra, gene bir roman uyarlaması olan savaş filmi Empire of the Sun ile gövde gösterisinde bulundu. J.G. Ballard’ın romanından uyarlanan yapım, zengin bir ailenin çocuğu olan Jim’in (Christian Bale) öyküsünü anlatıyordu. Shangai’in 1941 yılında Japon istilasına uğraması sonucu Jim, şehirde yaşanan büyük karışıklık sonucu ailesini kaybeder ve savaşın ortasında tek başına yaşam mücadelesi vermek zorunda kalır. Yapım, 1988 Akademi Ödülleri tarafından büyük oranda gözardı edildi; fakat Spielberg, macera ve bilimkurgu haricinde, drama alanında da iyi eserler verebileceğini bu iki yapımı ile kanıtladı. Artık her türde başarılı eserler verebilen bir yönetmen ve hikâye anlatıcısıydı.
Bir TV filmi olan Duel (1971), Spielberg’in gerçek anlamdaki ilk uzun metrajlı işiydi. 13 yaşından itibaren amatör olarak kısa filmler gerçekleştirmiş olan yönetmen, 1968’de Amblin kısa filmi ile Universal TV başkan yardımcısının dikkatini çekti; kısa filmin çekildiği yıllarda Spielberg, Universal Studios’ta çalışmaktaydı. Duel, bir prodüksiyona sahip ilk filmiydi. İş toplantısı için başka bir şehre arabasıyla yola çıkan David Mann (Dennis Weaver), yol boyunca gizemli bir kamyon tarafından taciz edilmeye başlar. Kamyon onu sürekli yolun dışına çekmeye ve kaza yapmasına sebep olmaya çalışır. Bu kedi/fare oyununda Spielberg, izleyiciye ve başkarakterine gizemli kamyonun şoförünü göstermez. Kamyonun hareket halindeki çekimlerinde dahi, şoförün silüetini zar zor görebiliriz; kamyon adeta metalaştırılarak, canlı bir varlıkmış gibi sunulur. Gerilim dozu hayli yüksen olan yapımda, Spielberg’in yönetmenlik ve öykü anlatım biçimi dikkat çekiciydi. Gerilimin beklenmedik anlarda gerçekleşmesi ve izleyiciyi sürekli diken üstünde tutan atmosferiyle Duel, başarılı bir ilk film olarak dikkat çekiyor.
Usta yönetmenin en büyük becerisi, öykü anlatımındaki ustalığıdır. Eserlerinde benzer bir katarsis yapı oluşturup, hikâyedeki önemli anları etkileyici sahneler ile destekliyor. Bu etkileyicilik kimi zaman masalsı anlar da yaratabiliyor. Örnek olarak; E.T. filminde Elliott (Henry Thomas), gece vakti uzaylı arkadaşını bisikletiyle ormana götürürken birden durup, engebeli araziden dolayı gidecekleri yere artık yürümeleri gerektiğini söyler. O sırada E.T, bisikleti kontrolü altına alıp birlikte havalanırlar. Kameranın Dolunay’a karşı olan planında Elliott, bisikletin pedallarını çevirir şekilde Ayı’n önünden adeta akar. Spielberg’in bu planı hem masalsı hem de sinema tarihinin en ikonlaşmış sahnelerinden birisidir.
Spielberg, kamerasını genelde karakterlerin şaşkınlık yaşadığı anlarda ve sahnede olan bitenin farkında olmamızı istediği anda stilize olarak kaydırmayı tercih ediyor. Karakterin yaşadığı şaşkınlığı ya da içsel düşüncelere daldığı anlarda kamerayı yüze doğru yaklaştırıyor. Spielberg, Dolly Shot olarak adlandırılan bu tekniğin en iyi uygulayıcılarından birisidir. Eğer karakter çaresizlik ve yalnızlığa düşerse, o anda kamera ondan uzaklaşıp, içine düşülen durumun vehameti desteklenmiş oluyor. Yapımlarında yaşanan dramatik ve vurucu anlar karakterlerin yakın yüz çekimleri ve şaşkınlıkları üzerinden yansıtılıyor. War of the Worlds (2005) yapımında, tüm dramatik ve önemli anlar Ray Ferrier’in (Tom Cruise) kızı Rachel’in (Dakota Fanning) yakın yüz çekimleri üzerinden yansıtılıyor. Uzaylı saldırısı başladığında Ray, Rachel ve Robbie’nin (Justin Chatwin) arabayla kaçmaya çalıştıkları anda yaşanan dehşetin ciddiyeti Rachel’in yakın yüz ifadeleri vasıtasıyla veriliyor. Çocuk olmasından dolayı en çok o korkmakta, patlama ve tehlike anında kamera onun korkmuş yüzüne odaklanmaktadır.
Sinemanın harika çocuğu, kariyerinin Schindler’s List’e (1993) kadar olan döneminde benzer tonlara; şiddete ve cinselliğe mesafeli görünen bir tavra sahipti. Tekrar diriltilen dinozorları konu edinen Jurassic Park (1993) ve Jurassic World (1997), gerilimli ve korkunç anlar barındırıyordu, ama gene de çok fazla kan içermeyen ve on üç yaş sınırı konulmuş filmlerdi. 1993’te ona en iyi yönetmen ödülü kazandıran Schindler’s List, sinemasında ton anlamında bir değişimin habercisiydi. Yahudi soykırımını Oskar Schindler üzerinden anlatan yapım, hayli karanlık ve rahatsız edici sahnelere sahipti. Fakat esas dönüm noktasının Saving Private Ryan (1998) olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle açılışında yer alan Omaha Sahili çıkarma sahnesi, gore olarak tabir edilen şiddet içerikli filmleri aratmıyordu; kopan uzuvlar, denizin kana bürünmesi, ayrıntılı ölüm sahneleri Spielberg’in sinemasında görmeye alışık olmadığımız unsurlardı. Usta yönetmen, sinemada adeta karanlık tarafa geçiş yapmıştı.
Savaşın vahşetini, gerçekçilik anlamında en ince ayrıntısına kadar gözler önüne seren çıkarma sahnesinin bazı anlarında öznel kamera kullanımı dikkat çekiyor. Spielberg, kamerasını adeta ete kemiğe büründürerek olup bitenlerin dehşetini gözler önüne sürerken, kamera da kurşunlardan kaçmak için eğiliyor ve kimi zaman da siper alıyordu. Yapım, Akademi Ödülleri’nde En İyi Yönetmen ödülünü kazandırdı. Spielberg’in, 2000’li yıllardan sonraki yapımlarına baktığımızda, kişisel sinemaya daha çok yöneldiğini görüyoruz. Üretimde -tabiri caizse- “bir kendime, bir de seyirciye” sırasıyla hareket ediyor; Catch Me If You Can (2002), The Terminal (2004), Indiana Jones And The Kingdom Of The Crytal Skull (2008), The Adventures of Tintin (2011) ve The BFG (2016) kitle sinemasına; A.I (2001), Minorty Report (2002), War Of The Worlds (2005), Munich (2005), War Horse (2011), Lincoln (2012) ve Bridge of Spies (2015), kişisel sinemaya yakın oluşuyla dikkat çekiyor.
Stanley Kubrick, son eseri olan Eyes Wide Shut’ı (1999) tamamladıktan sonra Artificial Intelligence: A.I. projesi ile meşgul olacaktı. Kubrick, A.I projesiyle uzun bir süredir ilgilenmekteydi. Senaryosu yazılmış ve stroyboard (Hikâyenin Çizimi) çalışmaları yapılmıştı; fakat Eyes Wide Shut’ın çekimlerinin tamamlanmasından kısa süre sonra 1999 yılında yaşamını yitirdi. Projeyi devralan Spielberg, gelecek tasvirlerinde Kubrick’in storyboard çalışmalarına büyük oranda sadık kalmıştı. 2001 yılında vizyona giren yapım, kimi sahneleriyle Kubrick’in birçok filmine dair referanslar içeriyordu.
Günümüzde, geleceğe dair, yapay zekâ konusunda ciddi endişeler var. Stephen Hawking başta olmak üzere birçok bilim insanı, gelişmiş yapay zekânın insanlık için ciddi bir tehdit oluşturacağına dair endişelerini dile getiriyor. Hatta bu korku, olası bir dünya dışı tehdidin bile önüne geçmiş durumda. A.I, yapay zekâyı bir tehdit biçimi olarak ele almayıp, varoluşsal ve kimliği bulma üzerinde ilerliyor. Bir süredir komada olan ve yaşama şansı düşük görülen Martin’nin (Jake Thomas) ailesi, evlatlarının yokluğunda evlerine çocuk görünümlü ve gelişmiş yapay zekâya sahip bir robot alırlar. Neredeyse bir insandan ayırt edilemeyen robot David, gerçekçi görünüşünden ötürü başlarda Swinton ailesine korkutucu gelse de anne Monica Swinton, onu kısa sürede bağrına basar.
Geldiği aileye koşulsuz sevgi ile programlanmış olan David, seri üretimlerin bir parçasıdır. Ama istenirse David’e özel bir protokol girilerek daha da insani özellikler eklenebilir; ama bir kez yapıldıktan sonra tekrar eski haline getirilemez. Martin’nin yaşama tekrar dönüp, evdeki insanımsı robotla kişisel birtakım problemler yaşaması, David’in kapı önüne konulmasına neden olur. Spielberg, robot David’in tek başına bırakılmasıyla onu Oz Büyücüsü tadında bir yolculuğa çıkarıyor. Hem yaratıcısını bulmaya çalışıyor hem de hayatta kalabilmek için savaşıyor. Isaac Asimov’un Üç Robot Yasası’nın hüküm sürdüğü bu dünyada robotlar, ezilen kesim olarak sunulmuş. Kimi vahşi arena gösterilerinde, tedavülden kalmış denilebilecek eski robotlar, kalabalıkları coşturma amacıyla parçalanabiliyor.
A.I ile Stanley Kubrick’e saygısını her bir planda hissettiren Spielberg, bilimkurgu sineması adına da çok özel bir işe imza atıyor. Bu projesinden hemen sonra hızını kesmeyerek bir başka bilimkurgu olan Minority Report’u hayata geçirdi. Yönetmenin en stilize işlerinden olan eser, ünlü yazar Philip K. Dick’in aynı adlı eserinden uyarlandı. Görsel olarak mat renklerin hâkim olduğu ve günümüz dünyasına benzer bir gelecek manzarasının sunulduğu Minority Report, kâhinler sayesinde cinayetlerin ve suçların daha işlenmeden önce fark edildiği bir polis birimini konu alıyordu. Bu konuyu ahlaki açıdan ele alan yapım, suç olgusuna farklı bir bakış getiriyordu.
Kariyerinde birçok bilimkurguya sahip olan deneyimli isim, 2018’de iki iddialı projeyle arzı endam edecek. 1971’de Daniel Ellsberg tarafından sızdırılan Pentagon belgelerinin, Washington Post çalışanları Ben Bradlee (Tom Hanks) ve Katharine Graham (Meryl Streep) tarafından yayımlanmasını konu edinen The Post, Nixon yönetimindeki büyük siyasal skandalı gözler önüne seriyor. Bilimkurgu türünde olan Ready Player One ise, sanal gerçekliğin adeta gerçek yaşamın yerini aldığı distopik bir gelecek portresi sunuyor. Yapım, Ernie Cline’nin 2011 yılında yayımlanan romanından uyarlandı. Düşük hayat standartlarında yaşayan Wade (Tye Sheridan), sanal gerçeklik uygulaması OASOS içinde saklanan gizli bir ipucunu keşfeder. Bulmuş olduğu bu ipucu ona büyük bir ödül kazandıracaktır. Ready Player One, sanal gerçeklik içeren sahnelerinde, popüler sinemanın birçok ikonlaşmış karakter ve araçlarını referans olarak bulundurmasıyla da heyecan katsayısını arttırıyor.
Steven Spielberg, ilerlemiş yaşına rağmen yaratıcılıktan ve üretimden taviz vermiyor; halen yeni eserleri ile adından söz ettirmesini biliyor. Usta isim, sinema tarihinde her türden başarılı eserler verebilmiş nadir sanatçılardan. Çocuk ruhlu sanatçı, teknolojik her türlü gelişmeyle yakından ilgileniyor ve teknik anlamdaki yeniliklere sinemasında yer vermekten çekinmiyor. Yüksek bütçeli ve görsel anlamda büyüleyici işler ortaya koyan yönetmen, bu unsurların hikaye anlatıcılığının önüne geçmesine de izin vermiyor.