Andrew Niccol’ün yazıp yönettiği Gattaca, gişede umduğunu bulamamış, fakat zaman içinde hatırı sayılır bir hayran kitlesi yaratmayı başarmış filmlerden. Kadrosunda Ethan Hawke, Uma Thurman ve Jude Law gibi oyuncuları barındıran yapım, genetik biliminin giderek artan önemine bağlı olarak eleştirel bir gelecek manzarası resmediyor. İsmini DNA yapısındaki temel bazlar olan Adenin, Timin, Sitozin ve Guanin’den alan Gattaca, örneğine pek fazla rastlamadığımız biyopunk türünün seçkin filmlerinden biri.
Bilimkurgunun bir alt türü olan biyopunk, biyoteknoloji odaklı toplumların nihilistik ve karanlık yönlerini ön plana çıkaran görece yeni bir akım. Siberpunk’ın aksine biyopunk’ta bireyler mekanik yollarla değil, genetik mühendisliğinin nimetleriyle oluşturulur. Temsil ettiği akıma uygun olarak, Gattaca’nın distopik mesajları da insanlığın geleceğinde gömülü olabilecek bilimsel ayrımcılık teması üzerinde yoğunlaşıyor. Böylece sunulan gelecek manzarası, “bilimin yanlış kullanımı toplumsal ayrışmaları körükleyebilir” fikrini tam anlamıyla somutlaştırıyor. Filmin bu merkezi anlam çekirdeği, gelecekten günümüze seslenen bir ikaz çığlığı aynı zamanda.
Genetik mühendisliğin gelişmesiyle “kusursuz” insanlar yaratma dönemi başlamıştır. Genetik müdahaleyle geliştirilen bireyler toplumsal yapının üst sınıfını oluştururken, doğal yollarla dünyaya gelen bireylerse toplumun yeni alt sınıfıdır artık. Alt sınıfın üyelerinden biri de astronot olmaya hevesli Vincent Freeman‘dir. Günümüzdeki SpaceX’in daha gelişmiş bir versiyonu olarak tanımlayabileceğimiz Gattaca şirketinde temizlikçi olarak çalışan Vincent, genetik dezavantajını aşmak için riskli bir işe girişir ve sistem tarafından “kusursuz” olarak nitelendirilmesine rağmen geçirdiği kaza sonucu belden aşağısı tutmayan Jerome Eugene Morrow adlı eski bir sporcunun kimliğine bürünür. Sistemin güvenlik prosedürlerini ise Morrow’dan temin ettiği kan ve idrar örneklerini dâhice kullanarak atlatmayı başarır.
Çok geçmeden şirketin gözde elemanlarından biri haline gelen Vincent için her şey yolundadır ve hayalini kurduğu Titan yolculuğuna kısa bir süre sonra çıkabilecektir. Fakat şirkette işlenen bir cinayet, olayı araştıran dedektiflerin dikkatini Vincent’ın üzerinde yoğunlaştırmasına sebep olur. Hikayemiz bu noktadan sonra Vincent ile peşindeki dedektifler arasında sürüp giden bir köşe kapmaca oyununa dönüşür. Görüldüğü gibi genetik müdahalelerle ortaya çıkması muhtemel adaletsiz bir toplumsal yapı tasviri sunan film, bu yapının biyometrik gözetim sistemlerinin kullanımıyla ne şekilde beslenebileceği sorusuna da tatminkar yanıtlar veriyor.
Filmin ortaya koyduğu distopik gelecekte, toplumsal hayatın sürekli ilerlemeye ve mükemmeliyetçiliğe zorlandığını görüyoruz. Bu sistemin belirleyici ögesi de genetik bilimi olarak karşımıza çıkıyor. Genetik kodları ayıklanarak tüm kusurlarından arındırılmış ısmarlama bebekler sistemin en gözde ürünleridir artık. Doğal yollarla dünyaya gelenlerinse kusursuzların tenezzül etmeyeceği angaryaları yapmaktan başka çaresi yoktur. Toplumun “geçerli” ve “geçersiz” olarak iki sınıfa bölündüğü bu gelecekte, herkes ait olduğu sınıfın sınırları içinde yaşamak zorundadır. Genetik ayrımcılığın kendini en katı şekilde hissettirdiği alanların başındaysa iş hayatı gelmektedir.
Liyakatin doğarken belirlendiği, genetiğe dayalı toplumsal ayrışmanın doruğa ulaştığı, bireylerin yarış atına dönüştürüldüğü, düzenli olarak alınan kan ve idrar örnekleriyle toplumun denetime tabi tutulduğu böylesi bir dünyada Vincent, sistemin önüne koyduğu duvarları aşmaya çalışırken aynı zamanda devrimci bir eyleme de girişiyor. Mükemmellik kuşkusuz herkesin arzu edeceği bir şey, ancak mükemmelliğin sınırlarını belirlemek o kadar da kolay değil. Öyle ya, ne kadar mükemmel olursanız olun yine de sizden daha iyisi mutlaka çıkacaktır. Bu gerçeği göz önüne aldığımızda, toplumun üst sınıfı içinde de sürekli rekabete dayalı bir ayrışma yaşanması kaçınılmazdır. Dolayısıyla tüm toplumsal düzeneklerin muğlak bir mükemmellik ölçütüne göre tasarlandığı her türlü sistem, ister istemez distopik bir yapıya evrilmekten kurtulamaz.
Kuşkusuz biyoteknoloji, geleceğin en önemli bilim sahalarından biri haline dönüşecek. İnsanlığa sunduğu potansiyelin boyutu düşünüldüğünde, bedenlerimiz kadar uygarlığımız üzerinde de köklü değişimlere yol açabileceği bariz. Biyoteknolojinin en önemli kavramlarından biri olan öjeniyi, insan ırkının genetik açıdan kontrol altında tutularak ve ayıklanarak ıslah edilmesi şeklinde tanımlayabiliriz. Felsefi ve politik kökenini Platon’nun Devlet ütopyasına kadar takip edebildiğimiz öjeni, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyası‘nda da yine bir distopik zemin olarak kendine yer bulmuştu. Belli ki Andrew Niccol, eserini tüm bu kaynaklardan beslenerek hayata geçirmiş.
Yegâne kimliğinizin DNA’nız olduğu bir sistemde yaşamanın katı ve adaletsiz taraflarını başarıyla betimleyen Gattaca, böylesi bir sistemin açıklarını ve zafiyetlerini de zekice gözler önüne seriyor. Hatta film bir adım daha ileri gidiyor ve doğal yollarla doğmuş bir kişinin tüm dezavantajlara rağmen başarıya ulaşabileceğini göstererek sistemin kendisini de sorguluyor. Biyoteknolojik uygulamalarla insanın araçsallaştırıldığı böylesi bir sistemi imgelerken, insan şu soruyu kendine sormadan edemiyor: Acaba dokuz yaşına kadar konuşamadığı için zihinsel engelli olduğundan şüphelenilen Albert Einstein, böyle bir gelecekte doğsaydı yine de Albert Einstein olur muydu?
Tanrının evreni altı günde yaratıp yedinci gün istirahate çekildiği inanışına bir gönderme olarak Sekizinci Gün adıyla yazılan ve çekilen film, daha sonra bu adı bir başka filmin tescil etmesi sonucu Gattaca şeklinde güncellendi. Ayrıca film, merdivenlerin helisel yapısı başta olmak üzere pek çok sahnesinde DNA sarmalını akla getiren dekor tasarımlarıyla da dikkat çekiyor. Yine ana karakterlerin isimleri de üzerinde düşünülerek belirlenmiş gibi. Örneğin Jude Law’ın canlandırdığı karakterin göbek adı olan “Eugene”, Yunancada “soylu” demek. Uma Thurman’ın hayat verdiği Irene Cassini’nin soyadı ise Satürn üzerinde önemli çalışmalara imza atan İtalyan gökbilimci Giovanni Domenico Cassini’ye açık bir gönderme. Vincent’ın da “feth eden” anlamına geldiğini düşünürsek, karakter isimlerindeki sembolizasyon daha net anlaşılacaktır.
Andrew Niccol’ün az ama öz işler yaptığını bilmeyen yoktur. Buna rağmen her filminde belli bir çıtayı yakaladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İlk filmi olan Gattaca’ dan sonra, S1mOne (2002), Lord of War (2005), In Time (2011), The Host (2013) ve Good Kill (2014) gibi yapımlar ortaya koyan yönetmen, ayrıca yazarlık becerisiyle de farkını hissettiriyor. Bunun en güzel örneği ise hiç kuşkusuz Truman Show. Kaleme aldığı her senaryo hem derinlikli hem de başlı başına roman olabilecek çapta. Rastgele bir filmini izlerken bile ortadaki yaratıcılık sizi bir şekilde içine çekmeyi başarıyor.
Sonuç olarak Gattaca, gelecekte genetik biliminin yol açabileceği sıkıntılara ve bunun sonucunda doğabilecek toplumsal ayrışma ve adaletsizliklere dikkat çeken başarılı bir yapım olarak akıllara kazındı. Belki geleceğe filmdeki kadar karamsar bir bakış açısıyla yaklaşmak abartı sayılabilir, ancak bilimkurgunun bir görevi de “uyarmak” değil midir zaten? Bu uyarının da etkisiyle olsa gerek, filmden bir yıl sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde “Genetik Ayrımcılığa” karşı bir yasa bile çıkarıldı. Demek ki mesaj yerine ulaşmış, siz ne dersiniz?
“Derler ki, bedenimizdeki her atom eskiden bir yıldızın parçasıydı… Belki de eve gidiyorum.” – Vincent Freeman