Zamanda yolculuk hepimizin hayallerini süsleyen bir düşünce. İçinde yaşadığımız zamandan sıyrılıp geçmişe veya geleceğe gitmek, insanlığın gelişiminin nasıl bir seyir izlediğini görme isteğimizi yansıtıyor. Bu yüzden zamanda yolculuk düşüncesi yaşadığı çağdan sıkılan ve bir başka dünya arayan insanın merakını da simgeler. Tarihi değiştirme arzusu insan iradesini durmaksızın kamçılamaktadır çünkü. Zaman yolculuğu, insanı tarihe yaklaştırıp benliğini inşa etmesine yardımcı olur. Olası dünyaların çeşitliliği fikri ütopik ve devrimci unsurlar içermektedir. Bu bağlamda zamanda yolculuk düşüncesi aydınlanmacı, modern zamanlara ait bir düşüncedir.
Modernist yazar Herbert George Wells‘in 1895 tarihinde Zamanda Yolculuk (The Time Machine) adlı romanını yazması bir tesadüf değildir. 19. yüzyıl, aydınlanma ve teknik gelişimin büyük bir dönüşüme yol açtığı bir yüzyıldı; bu yüzyılda korku ve merak aynı anda hissedilmiştir. Her şeyin mümkün olabileceği düşüncesi Jules Verne’in yapıtlarında Ay’ı ve Dünya’nın merkezini ulaşılabilir hale getirirken, Mary Shelley‘de bir korku unsuru olarak Frenkeştayn‘ın doğmasına neden olmuştur. Wells’in öncülük ettiği zamanda yolculuk fikri modernizmin getirdiği korkuyla birlikte iyimser merakı aynı anda yaşayan insanın ikircikli yeni bir dünyaya olan özlemini yansıtır.
George Pal, Wells’in romanını 1960 tarihinde aynı adla sinemaya uyarlamıştır. Film, 1899 noelinde geçer. George (Rod Taylor) adlı bir bilim adamı insanlığın gelecek serüvenini merak edip, hareketsiz bulduğu kendi çağından sıyrılıyor ve zaman makinesine atlayıp geleceğe yolculuk ediyor. Ancak George bu süreçte önce I. Dünya Savaşı’na, ardından ikincisine ve son olarak 1960’lardaki büyük atomik felakete şahit olduğunda tüm umutları kırılıyor. Zaman makinesinin kolunu biraz daha çevirip 802701 yılına gittiğinde ise insanlığın Eloiler ve Marlocklar olarak ikiye bölündüğüne, yeraltında yaşayan çirkin Marlockların yerüstünde yaşayan altın saçlı Eloileri köleleştirdiğine şahit oluyor. George da çok geçmeden, bu ilginç zamanda yaşayan her yönüyle birbirlerine karşı duyarsız, merak ve fedakarlık duygusundan uzak Eloileri kölelikten kurtarmaya karar veriyor.
Film 1899’da, yani 19. yüzyılın son günlerinde geçiyorsa da esasında 1960’ların endişe ve korkularını yansıtıyor. Çünkü bu yıllar aynı zamanda Sovyetlerle Amerikanların nükleer savaşa yaklaştığı bir andı. Soğuk savaş yoğun bir şekilde kendini hissettiriyordu ve büyük bir felaket her an kapıyı çalabilirdi. 1899’de George’un zamanda ileriye gitmesi aydınlanmanın henüz bitmeyen merakıyla uyumludur. George modernist bir insan olarak bilime, kitaplara kulak verir ve bilimsel çalışmayı insanlığın hizmetine sunmayı arzular. İnsanlığın gelecekte daha mutlu ve güçlü olacağından da kuşkusu yoktur. Tek hoşuna gitmeyense her şeyin yavaş olmasıdır. Bu yüzden zamanı ileri sarar. Ancak karşısına çıkan şey savaş ve yıkımdan başka bir şey değildir.
George zaman makinesinin içindeyken evinin karşısındaki vitrinde yer alan kadın elbiselerine bakarak zamanın değişimini moda ile takip eder. Modern insan için giyim kuşam ya da özün değil, biçimin değişikliği esas gösterge olmuştur. Gene uygarlık teknik bilgiyi yaşamı güzelleştirmek için değil, daha kitlesel ölümlere sebep olan silahlar geliştirmek için kullanmıştır. Bu yüzden Zaman Makinesi filmi geleceğe ilişkin distopik bir çerçeve sunar; film, insanlığın geleceğine ilişkin oldukça karamsardır. Buna rağmen, özünde iyimser yaklaşımını sürdürür ve eninde sonunda insanlığın kölelik zincirlerinden kurtarılacağını öne sürer. Pek çok benzer örnekte olduğu gibi, bir kurtarıcı mitine sarılarak aydınlanmanın temsilcisi George’u insanlığın geleceğine bir Prometheus olarak sunar. Zira George geleceğe gittiğinde Eloi halkına ateş yakmayı öğretir. Marlocklar ise ateşten çok korkmaktadır. İnsanın insan olma simgesi olarak ateş burada daimi iyimserliği ve bilimin sönmeyen ışığını simgeler.
Film insanlığın gelecekteki çaresizliğinin sebebinin aydınlanmanın ideallerinden uzaklaşmak olduğunu öne sürer ve aydınlanma fikrine sarılmayı bir çözüm olarak sunar. George, Eloiler’e kitapları olup olmadığını sorar. Genç bir Eloi onu kütüphaneye götürür. George bir kitabı alıp sayfasını açar ama bunca yıldır hiç okunmayan kitap küflenmiştir ve yaprakları George’un elinde unufak olur. George aradığı cevabı bulmuştur. “Sizler hakkında aradığım bilgiyi buldum,” der. Çünkü bir toplumun kitaplara karşı tutumu yeterli bir ölçüttür. George’un insanlık için en büyük tehlikenin aydınlanmadan uzaklaşmak olduğu konusunda hiç bir şüphesi yoktur. Yapım, insanlığın teknik ilerlemesinin mutluluk ve barış getirmek için yeterli olmadığı inancını taşıyor.
Film insanlık için yine de bir umut taşıyor. George kendi zamanına dönüp başından geçenleri arkadaşlarına anlattığında anlattıkları merak uyandırsa da son kertede tüm arkadaşları akşam evlerine giderler. George ise meraktan yoksun bu çağdaşlarının yanında daha fazla duramaz, zaman makinesine yeniden biner ve kolu geleceğe doğru çevirir. Sonradan arkadaşının fark ettiği gibi geleceğe giderken yanında isimsiz üç kitap almıştır. George’nin geleceğe taşıdığı tek şey kitaplar olmuştur. Arkadaşı George’un hizmetçisinden kitapların adını öğrenmek istese de kitapların adı belli değildir. Film gene burada ütopyanın, yeni bir dünyanın hangi ideolojik referansla kurulduğunun önemi olmadığını vurgular. Önemli olan bilimsel bilginin simgesi olan kitabın kendisidir. Filmi izleyen hemen herkes kendine göre 3 farklı kitap seçecektir ama kitabın asıl önemi uygarlığın birikimi olmasıdır ve geleceğe aydınlanmanın birikimini taşımasıdır. George geçen binyıllar boyunca süren yıkımları değiştiremese de kendi zamanında sıyrılıp geleceğe döner ve orada yeni bir uygarlık inşa eder. Bu yüzden film, özündeki iyimserliği muhafaza eder ve izleyiciye açık biçimde “başka bir dünya mümkün” mesajını verir.
Filmin zayıf unsurlarından biri Marlock’ların yeraltında yaşayıp, makinelerle üretim yapması ve yer üstündekileri yemesidir. Eloiler meyvelerle besleniyor ve sonra Marlocklar’ca yeniyor. George, Marlock’ları yamyamlıkla suçlar. Her ne kadar yamyamlık fiziksel açlığın daha ötesinde kültürel kodlar içerse de, film yamyamlığı basit bir uygarlık öncesi aşama olarak görüyor. Freud’un belirttiği gibi insanın en sevdiğini yemesini, sevgi/nefret diktomisi yerine uygarlık öncesi edimlerinin bir göstergesi olarak iyi/kötü kategorileri bakımından ele alıyor. Bununla birlikte, bu türden yaratılan bir zıtlık sömüren/sömürülen zıtlığını çağrıştırıyor ve örneğin Fritz Lang‘ın Metropolis‘inde olduğu gibi sömürülenler aşağıda değil, yukarıda bulunuyor. Bu türden bir temsilin zihnimizdeki kalıplaşmış yargılarla uyumlu olmadığını, yani doğa üzerindeki tahakkümün normal olmadığına ilişkin bir çerçeve sunduğunu söylemek mümkündür.
Film, temelde insanlığın özgürlük için dövüşmesinin önemini vurgulayarak insanın özgeci olması gerektiğini söylüyor. Paylaşım ve fedakarlığın uygarlığın olmazsa olmazı olduğunun altını çizerek altmışlardaki temel korkulara, yalnızlaşmaya, duyarsızlaşmaya karşı önemli bir eleştiride bulunuyor. Bu yönüyle salt 60’larla sınırlı kalmayarak zamanını aşan, günümüze de seslenen bir özelliğe sahip. Çünkü günümüz insanının duyarsız Eloiler’den pek bir farkı yok. Kültürümüzde fiziksel yamyamlık bulunmasa da kültürel yamyamlık her bir yanı sarmış durumda. Bilim hurafelere tutsak edilirken, kitaplar hak ettikleri değeri bulamıyor. Bu yüzden de kapkaranlık bir dünyada birilerinin bilimin mum ışığını yakması, ya da ateşi çalması ve aydınlanmanın fitilini yeniden ateşlemesi gerekiyor.
George Pal imzalı Zaman Makinesi yer yer zayıf görselliğine rağmen izlenmeyi hak eden güzel bir yapıt.