2020’nin kaliteli sinemadan yoksun bir yıl olduğunu söyleyemeyiz, ama bazı alanlarda eksik kaldığı aşikâr. Pandemi, her şeyi etkilediği gibi sinema dünyasını da etkiledi ve yeni yapımların ötelenmesine neden oldu. Bu yüzden sinemaya giden insanlar için geçtiğimiz yıl biraz zevksiz geçti. Ama bunun yanında öyle bir seyirci grubu da var ki, bunlar karantina zamanlarını daha önce izlemek isteyip de izleyemedikleri eski filmlere ayırdılar.
İşte bu film listesi de böyle oluştu. Yeni filmler için geri saymaktansa biraz kenarda kalmış kült filmleri anmak istedik. Bu liste, bilimkurgu türündeki filmlere odaklandı, ama dürüst olmak gerekirse farklı dönemlere ait sayısız gizli cevher var. Listeye alınan filmlerin, şimdiye kadarki en az tanınan filmler olduğunu söyleyemeyiz. Eğer öyle olsaydı, bu kadar takip edeni olmazdı. Listelediğimiz 10 filmin tutkulu hayranları mevcut ve tabii bunun bir nedeni de var. Bu filmlerin bir ana akım çekiciliği olmayabilir ama hedefledikleri belirli bir kitle söz konusu ki, bu kitle onların değerini iyi biliyor.
Fantastic Planet (1973)
Hatırı sayılır miktarda takdir toplamayı başarmış bir yapım olduğu için tanınmadığını iddia edemeyiz, ama yine de Fantastic Planet’in Disney boyutunda bir tanınırlığı olmadığı da aşikâr. Bu ilginç animasyon, sosyal eleştiri ile gerçeküstü görselliği birleştiriyor ve ortaya hem şaşırtıcı hem de şahane bir iş çıkıyor. René Laloux’un şaheserini izlemenin kolay olmadığını söylemeliyiz. Bazı temalar karşımıza anlaması güç bir biçimde çıkıyor ve sonuç olarak da bazı izleyicilerin sonucu sığ ve iddialı olarak yorumlaması mümkün olabiliyor.
Fantastic Planet’te insanlar, devasa uzaylılarla birlikte bir gezegende yaşamaktadırlar. Bu uzaylılar insanlara, karşılarında hayvan varmış gibi muamele etmektedirler. Başka bir deyişle bu dünyada insanlar, besin zincirinin en üstünde yer almazlar. Onlar sadece eğlence ve emek için sömürülecek başka bir türdür.
Bu tanıtım kulağa rahatsız edici geliyor, gerçekten de öyle. Ama aynı zamanda Fantastic Planet, bir grup izleyicide yankı uyandıracak karmaşık alegorilere sahip güzel bir sinema filmi. Açık olalım: Fantastic Planet, herkesin dünyasını sarsmayacak, çünkü tuhaflıklarla dolu; bununla birlikte birçok insanı da hipnotize edecek.
Liquid Sky (1982)
Eğer aradığınız “Seks, uyuşturucu ve rock’n roll” ise bu neonlarla donatılmış, avangart başyapıttan daha iyisini bulmazsınız. Slava Tsukerman’ın punk rock alt kültürünün incelemesi; uzaylılar, orgazmlar ve bol miktarda uyuşturucuyu bir araya getiriyor. Neşeli, dokunaklı ve birazdan biraz daha fazla tuhaf.
Maalesef Liquid Sky’ı bulmak çok zor. Bir tuşa basarak yüzlerce filme erişebildiğimiz online film izleme sitelerinin olduğu bugün bile, bu az bilinen kült klasiği izlemek için uğraşmanız gerekiyor. Yine de, özellikle yukarıdaki açıklama dikkatinizi çektiyse araştırmaya değer.
Upstream Color (2013)
Shane Carruth’un Primer izindeki filminin popüler bir başarı elde edemeyeceği en başından belliydi. Ne de olsa Primer’ın da böyle bir başarısı söz konusu değildi. Carruth’un yoğun senaryoları kafa karıştırıcı olduğu kadar da etkileyici. Bu yüzden bu iki yönetmenlik çalışması, büyük “S” ile sanat eseri kategorisine girmiştir. Bu listede Upstream Color’a odaklanmak istedik, çünkü zamanda yolculuk yapan ağabeyinden daha az biliniyor, ama tabii ki ikisi de göz atmaya değer.
Upstream Color temelde, iştahlı bir kötü parazitle ilgili, ama tabii ki hepimiz konunun bu kadar basit olmadığını biliyoruz. Carruth hiçbir zaman tutarlı, düz anlatımı seçmez. Bunun yerine izleyicilere birbirine uymayan, dağınık, düzensiz yapboz parçaları verir. Üstelik bu karmaşık hikâye anlatımına bir de diyalog eksikliği eklenir. Aslında bu birleşim, bir buçuk saatlik çileden çıkaran sonuç ortaya koyar ama bu aynı zamanda kafanızdan atamayacağınız da bir deneyim olur.
Upstream Color kafa karıştırıcı olabilir, ama yüzeyin altında açıkça görünen bir şey var. Karmaşık olmak için karmaşık değil. Öyle olsaydı, hakkında birbirine benzeyen çıkarımlar yapan sayısız analiz bulamazdınız. Carruth, mesajını bize gümüş tabakta sunmuyor, bunun yerine herkesin kendi çıkarımını yapabilmesi için bize yeteri kadar ekmek kırıntısı bırakıyor. Herkese hitap etmese de bu filmlerdeki gizeme bayılan bir izleyici kitlesi de var.
Silent Running (1972)
Slient Running, kendisine birçok listede yer bulabilen bir film, bunun da nedeni gayet açık, çünkü harika. Tabii incelik eksikliği söz konusu, ancak şaşırtıcı derecede yetkin özel efektleri ve zekice yazılmış senaryosu sayesinde bunu fazlasıyla telafi ediyor. Bu türün devleri olan 2001: A Space Odyssey ve Planet of the Apes ile karşılaştırıldığında negatif yönleri belki daha da göze batacaktır, ama bu karşılaştırma da adil olmaz zaten.
60’ların sonu ve 70’lerin başındaki bilimkurgu devleri, daha büyük bütçelerden ve daha deneyimli film yapımcılarından yararlandı. Silent Running, mütevazi bir bütçe ile heyecanlı bir hikâye anlatıyor. Kendi kategorisinde olduğu için hiçbir şeyle karşılaştırılmasına gerek yok.
Save the Green Planet (2003)
Jang Joon-hwan’ın en bilinen filmi olan Save the Green Planet, görebileceğiniz en çekici kimlik krizi olarak tanımlanabilir. Her türden bir parça taşıyan ama hiçbir türün de öne çıkmadığı filmde, bu durumun filmin sonucunu etkilemediğini görüyoruz.
Bu odaklanma eksikliğini bir kenara bırakırsak, Save the Green Planet’in sıkıcı uzlaşmalara bağlı kalmak zorunda olmamasının onun için bir artı sayıldığını söyleyebiliriz. Neyse ki alışılmadık estetiğini devreye sokan yapım, birden fazla şeyi denemeye istekli bir görünüm sergiliyor. Ama bu özelliğin, birçok izleyiciye hitap etmesini sağladığı da bir gerçek.
Çoğu klasik kült gibi bu filmi de çekici bulmayacak izleyiciler olacaktır. Ama yine de önyargılı davranmadan önce filme bir şans verilmesini tavsiye ederiz.
Colossus: The Forbin Project (1970)
Ex Machina, Upgrade ve The Terminator’dan önce, düşük bütçeli bir bilimkurgu filmi olan Colossus: The Forbin Project vardı. Benzer filmlerin çokluğu göz önüne alındığında, 1970 yılından bu dikkat çekmeyen gerilim filmi, izlemek için çok da iyi bir seçenek gibi durmayabilir. Sonuçta yapay zekâ hakkında daha yeni ve daha parlak rakipleri tarafından henüz anlatılmayan ne söyleyebilir ki?
Bu soru biraz yanıltıcı bir soru aslında. Temelde bunun yapay zekâ filmleri için tam kitabına göre yapılmış bir film olduğunu söyleyebiliriz. Ortalama bir izleyici, konu hikâye anlatımı olduğunda tam olarak neyle karşı karşıya kaldığını anlayabilir. Ve hikâye anlatımı, bir filmi değerli kılan şeylerden biridir.
Colossus: The Forbin Project, kara mizah kullanımından oldukça fazla yararlanıyor. Kahkahalara boğmasa da mizah anlayışının filmi izleyenleri gülümsetmesi olası. Bu kara mizah anlayışı, hikâyeyi böyle bir yapımdan beklenenden daha fazla nihilistik bir yöne itiyor. Yani temel hikâye aynı olsa da hikâye anlatımı çok farklı ve çok çekici.
The Quiet Earth (1985)
The Quiet Earth, yetersiz bir bütçeyle çekildi ama filme baktığınızda bunu söylemeniz pek de mümkün değil. Yönetmen Geoff Murphy’nin bu post-apokaliptik yapımı, kendi ölçeğinde olumlu bir muhteşemlik taşıyor. Tanıtımı çok tanıdık gelse de, filmde sizi düşünmeye sevk eden şaşırtıcı sayıda fikir bulacaksınız.
Türün sevenleri hemen filmin arkasındaki ilhamın ne olduğunu yakalayacaklardır. I Am Legend gibi klasikleşmiş post-apokaliptik hikâyelerden beslenen yapım, yine de izleyenleri şaşırtmayı başarıyor.
Birçok benzer anlatıyla kıyaslandığında gerçek anlamda nüanslar göreceksiniz. Aksiyon ve korku türleriyle sıkı ilişki kuran bir bilimkurgu film yapmak çok kolay, ancak The Quiet Earth farklı amaçlar da taşıyor. İzleyicileri, işlediği temalarının derinliği ile zorlamayı biliyor.
Until the End of the World (1991)
Wim Wenders, hırslı bir dünya inşası ve çarpıcı görsel yeteneği ile izleyicileri kendine çeken şaşırtıcı bir bilimkurgu destanı yarattı. Bazen hikâye arka planda kalıyormuş gibi hissettirse de, tutkulu sinemaseverler buna pek aldırış etmeyeceklerdir. Until the End of the World, aslında tam anlamıyla bir odak çatışmaya sahip değil. A noktasından B noktasına ilerleyen bir film olduğu da söylenemez, sadece kendi şaşırtıcı hamlesini yapıyor, hepsi bu.
Bunun olumsuz değil de olumlu bir şey olduğu ortada. Eğer arkanıza yaslanıp rahatlayarak bu uzun soluklu seyir keyfini yaşamayı seçerseniz, kendinizi büyülenmiş bulacaksınız. Her filmde olduğu gibi burada da işler yolunda gitmiyor. Ancak sinema tarihinin ender parçalarından biri olduğu için bu filmle ilgili her şeyin saygı uyandırması çok da zor değil.
The Omega Man (1971)
Popüler düşüncenin aksine I Am Legend, Richard Matheson’ın kıyamet sonrası romanının tek adaptasyonu değildir. I Am Legend 2007 yılında gösterime girdiğinde, bu aslında Hollywood’un kaynak materyali üçüncü kez çevrimiydi. İlki olan The Last Man on Earth ayrı bir değere sahipse de, I Am Omega kadar etkileyici olamamıştı.
1971 tarihli I Am Omega, büyük olasılıkla orijinal hikâyenin en üstünkörü uyarlaması. Evet, kıyamet sonrası senaryosu ve evet, enfekte olmuş bir düşman ordusu bunda da var, ama benzerlikleri bu kadar. I Am Omega, dünyanın sonu olan olayın kökenini değiştiriyor. Bu sefer insanlık, biyolojik savaşın kullanımıyla kendini yok ediyor. Bu önemli bir değişiklik olsa da, I Am Omega’nın yaptığı en unutulmaz şey değil.
En göze çarpan değişiklik, anakarakteri tehdit eden türlerle ilgili olanı. Romanda Robert Neville, vampirik yaraktıklar sürüsüyle yüzleşiyor. Diğer iki uyarlamada da bunun biraz eğilip büküldüğünü görüyoruz, ancak hiçbiri I Am Omega kadar ileri gidemiyor. Filmde kahraman, zeki albino mutantlarından oluşan bir toplulukla karşı karşıya geliyor. Bu durum, kulağa tuhaf gelse de aslında işe yarıyor.
Böyle büyük değişiklikler, dürüstçe söylemek gerekirse bir nevi kaynak materyale hakarettir. Ne var ki I Am Omega büyüleyici bir yolculukla sonuçlanıyor. Elbette Charlton Heston ve Rosalind Cash bir Shakespeare canlandırmadıklarını biliyorlar, ama bu onları diyalogların her satırını icra etmelerinden alıkoymuyor.
The Adventures of Buckaroo Banzai Across the Eighth Dimension (1984)
“The Adventures of Buckaroo Banzai” isminin ifade ettiğinden de gülünç bir filmle karşı karşıyayız. Yapım, kaosa neden olmak isteyen uzaylı türü Red Lectroid’lerden Dünya’yı kurtarmakla görevlendirilmiş bir beyin cerrahının etrafında dönüyor. Bu tanıtım bile yeterince saçma ve eğer iyi yönetilmeseydi film izlenmeye bile değer olmayacaktı.
Kusursuz bir film değil. Küçük problemlerle dolu, ama bu küçük problemler büyük çerçeveden baktığımızda gayet önemsiz görünüyor. W. D. Richter’in tuhaf bilimkurgu B-filmi, türün hayranlarını memnun etmek için fazlasıyla eğlence sağlıyor.
Hazırlayan: Ceren Çalıcı | Kaynak: Taste of Cinema