Muhtemelen İzlemediğiniz 10 Feminist Bilimkurgu Filmi

Feminist bilimkurgu filmleri birbirine benzer hissettirme eğilimindedir çünkü tür, “şey”lerin nasıl farklı olabileceğini hayal etmek ve “şey”lere sebep olan kökleri analiz etmek için şu anımızın ötesine bakar. Bazen bu, kadınların bir toplum tarafından sıklıkla sessizleştirildiği ve kontrol edildiği yolları içeren derin tematik dertleriyle Ex Machina gibi filmlerde tamamen kasıtlı yapılırken, bazen de oldukça işini bilen, serinkanlı, kaslı vücudu ve sonsuz kapasitesi ile bir kadın kahraman yoluyla sağlanır ki böylece kendimizi, bir şekilde Sarah Connor’a dönüşen beyhude bir umut içinde protein tozunu telaşlı telaşlı nefes almadan içerken buluruz.

Öyle ya da böyle, bilimkurgunun en iyi tarafı sınırsız imkanlarıdır ve feminist bilimkurgu için bu sınırsız imkanlar, sadece anlatılan hikayelerdeki dünyanın kendisine değil aynı zamanda kurgusal dünya içinde kadının oynadığı rollere de uygulanır. Bilimkurgu, yaratıcılarının günümüzün toplumsal normlarını ve beklentilerini fırlatıp atmasına ve yerine cinsiyet rolleriyle kısıtlanmadıkları ya da erkekler tarafından yönetilmedikleri bir dünya hayal etmelerine izin verir. Biz de bu tarz bir işçilik ve hayal gücünün ürünü olan ve muhtemelen bilmediğiniz ama kesinlikle haberdar olmanız gereken 10 feminist bilimkurgu filmini listeledik…

Cherry 2000 (1987)

Cherry 2000, 80’lerin tamamen dışında, 2017’de, ekonomik krizin üretimin durmasına sebep olduğu ve eski, mekanik atıkların dönüştürülmesiyle uğraşılan post-apokaliptik bir çölde geçer. İlişkiler artık ürünlerin bir başka formudur ve insanlar arası seks o denli nadir hale gelmiştir ki kullanmaları için erkeklere yedek android kadınlar üretiliyordur. Sam Treadwell’ın (David Andrews) seks robotu eşi Cherry 2000 (Pamela Gidley), cinsel birliktelik sırasında orgazm yaşarken bozulur. O da yenisiyle değiştireceği bir robotu bulmak için onu terk edilmiş ve eşinin birebir kopyasını bulunduran bir fabrikaya gitmesi için tuttuğu yaman bir avcı ile (Melanie Griffith) doğruca çöle gider. Yolculuk boyunca Sam, mükemmel kadının aradığı robot olmadığını keşfeder.

Robotu arayan kişi olarak Griffith muhteşemdir: O iğneleyici, muhalif ama aynı zamanda nazik ve iyi biridir. Sam’in oral sekse ya da ev yemeklerine daha az takıntılı hale gelmesi ve aslında kızıl Mustang’inin kenarından roketleri ateşleyen bu altın kalpli, esprili, kusan, sıradan kızı sevdiğini fark etmesinin bizim açımızdan sürpriz olması zor. Yine de temelde film, kadınların bu dünyada erkekler için bir hizmet ürünü olmadığı ve bu tarz tek taraflı ilişkilerin her şekilde insanın içini boşaltacağı hakkında dobra dobra konuşmakta.

Advantageous (2015)

Advantageous, erkeklerin birbiri ile sidik yarıştırarak domine ettiği fütüristik bir toplumda bir anne ve kızına odaklanıyor. Gwen, yaşlı insanlar için bilinçlerini daha canlı ve genç bedenlere aktarmanın yolunu bulmuş bir plastik cerrahi şirketinde çalışmaktadır. Çalıştığı şirket Gwen’i şirket sözcüsü olmak için çok yaşlı bulunca o da bu aktarımın kendisine de yapılmasını ister.

Bunun bizim bildiğimiz anlamda bir plastik cerrahi olmamasına rağmen, Gwen’in kariyeri uğruna vücudunun ne şekilde değişeceği, değişip değişmeyeceğiyle ilgili verdiği mücadele, endüstrileşen kadın düşmanlığı ve aç gözlülükle şekillenen sevgili toplumumuzda kadınların işlerinde başarılı olmak için verdiği mücadeleye ve bir anne olarak göz alıcı, kırışıksız kalmak için yaşadıkları sosyal baskıya denk gelen bir metafor olarak görülebilir.

Under the Skin (2013)

Under the Skin’de Scarlett Johansson genç bir kadının bedenine yerleşip karavanına bir erkeği alarak İskoçya’ya seyahat eden bir yaratıktır. Johansson, sevişme sözü vererek kurbanlarını apartman dairesine götürüp tuzağına düşürür. Glazer’ın yaratık seri katil filmi bir korku filminin öncüllerine sahip ama aslında oldukça farklı bir şey.

Patriarkal bir toplumda yaşayan kadının mücadelesini yansıtması açısından küstahça feministtir. Johansson’ın karakteri görünüşü sebebiyle filmin erkekleri tarafından nesneleştirilir, ama o kendi vücudu üzerinde nasıl bir söz hakkının olduğunu ve vücudunu kendi hazzı için nasıl kullanabileceğini bilmez. Buluştuğu son erkek tarafından cinsel saldırıya uğrar ve  bu olay derinin altındaki şeyi açığa çıkarır; erkek, onu yalnızca cinsel bir obje olarak görmemesi için zorlandığında erkeğin midesi bulanır. Under the Skin,  kadın olmanın ne hissettirdiğini anlamamızı sağlamaya çalışan bir film.

Woman in the Moon (1929)

woman in the moon

Metropolis’in yönetmeni Lang’in anaerkil mitolojisindeki bu sessiz çalışmasında, harika bir bilim insanı bir ya da iki çanak altınının onu beklediği umuduyla Ay’a havalanır. Güçlü kadın karakterini hem iyi hem kötü, hem cesaretli hem korkak olarak konumlandırdığı bu film, Lang’in en feminist filmi olarak kabul edilir. Kadınların oy hakkı mücadelesi kazanmasından 11 yıl sonra Alman sinemasında gösterilen filmde, astronot öğrencisi Friede Velten (Gerda Maurus) zamanının epey ilerisindeydi.

Friede, havalanmak için yola çıkmadan evvel ona gizliden gizliye aşık olan endüstri mühendisi Helius, ona evde kalması için yalvarır. Friede kaba saba bir pantolon, maskülen bir gömlek, ceket giyiyor ve kıravat takıyordur: Burada Lang sanki kadın karakterinin filmdeki diğer erkeklerle eşit olduğu gerçeğinin altını çiziyormuş gibidir. Devamında Friede, Helius’u onu bir kadın gibi gördüğü için bir kez ve bilim insanlarından ayırdığı için ikinci kez azarlar.

A Girl Walks Home Alone at Night (2014)

Vampirli bilimkurgunun en bariz eksiklerden biri, etrafındaki erkek vampirler ya da babası tarafından tanımlanmayan bağımsız bir kadın vampir fikridir. Film, The Girl olarak bilinen, kaykaya binen, bağımsız rock müzik dinleyen, kötü erkeklerin kanını emen bir kadın vampir ile ilgili. Amirpour, filminin bir feminist ifadeye ya da herhangi bir ifadeye özellikle karşılık gelmesi niyetinin olmadığını söylüyor. Ama  A Girl Walks Home Alone at Night, izlendiğinde ağır sembolizmini politize etmemek zor.

Bu bağlamda çarşaf giyen The Girl, kadınlara kötü davranan erkeklere acıyı ve ölümü enjekte etmesiyle güçlendirici bir sembolmüş gibi gözüküyor ve Batılı izleyiciye sembollerin feminizmle örtüştüğünü düşündürtüyor.

The Stepford Wives (1975)

Ira Levi’nin kitabından uyarlama orjinal Stepford Wives, mükemmel eşler ve evlerle donatılmış Amerikan rüyasının temsili bölgesi Stepford, Connecticut’da geçer. 1975 yılındaki bir izleyici, evlerini mükemmel biçimde yöneten bu (barby) bebekleri izlediğinde muhtemelen kendi haline üzülecektir. Mutlu aile tablosunun cezbediciliği büyük, fakat böylesine bir tabloda kadın kendine nasıl bir yer bulabilir?

Ve bu eşler, Erkekler Birliği’nin sefil erkekleri tarafından üretilen robotlara dönüşüyor. Forbes’in filmlerindeki düşünce genel itibariyle kadının özgürleşmesi ile ilgilidir. Anti-kahramanımız Joanna, sessiz çizilmiş gibi duruyor olabilir, ama film bu kadın diyarının yaşam örneklerinin gerçekten kadınların mı arzuladığını, yoksa onların geniş bir sosyal baskıdan mı etkilendiğini keşfetmek için bir hayli zaman harcıyor.

Tank Girl (1995)

İngiliz bir kült çizgi romanından esinlenilen bizim terbiyesiz, rahatsız edici kadın anti-kahramanımız dünyadaki su kaynaklarını kontrol eden bir bir mega şirketle savaşır. Tank Girl – bir kadın tarafından yönetilmiş bu post apokaliptik film – çizgi roman tarihinde eğlenceli bir feminisit izdir ve kadınları konu alan filmlerde olması gerektiği gibi ilk 10 dakikasında Bechdel Test’ini zaferiyle yıkıp geçmiştir. Onu daha da iyi yapan şey, mutant kangru rolüyle Ice-T dahil, tamamen tuhaf olmasıdır (Ahh 90’lar).

Filmin tekrar izlemeleri size Tim Miller’ın Deadpool’nun mizahını ve aksiyonunu hatırlatacak. Bu filmlerin ikisi de hepimizin bildiği klişeleri oynamayı reddeden, özfarkındalığa sahip olan kahramanları ile klasik çizgi roman filmlerinin alışkanlıklarını hicvederek parçalıyor. Ve bunu cinsiyete dair mecazlarla yapan tek film ise Tank Girl...

Born in Flames (1983)

New York’da “Özgürlük için Sosyal Demokratik Savaş” dan 10 yıl sonra belirsiz bir zamanda geçen Born in Flames, kadının boyunduruğunun nasıl  bir sosyal sistem altında ortadan kalkacağı sorusunu soruyor. Filmin farkı, sosyalist politikaların da daha evvelki kapitalist politikalar gibi dogmatik olduğunu kanıtlamasıdır. Hayatın her alanından kadınlar, devam eden önyargı ve tacizler sebebiyle büyük bir öfkeye kapılır, önce kendi ordularını kurar ve devrim içinde başka bir devrimi gerçekleştirir.

“İlerici” politikaları yorumlamasının ötesinde Born in Flames, kadınların kendi grupları içinde var olan farklılıklarını bir kenara bırakıp ortak amaçları için beraber çalışması ihtimaline bir kadeh kaldırır. Filmin bir ders olması dileğiyle.

The Sticky Fingers of Time (1997)

Bu delice bilimkurgu draması, oldukça düşük bütçesinden kaçınmadan zaman yolculuğu, dağınık 90’lar isyancılığı, ataerkil toplumu hedef alan feminist gerilla savaşıyla bizi zorlamayı başarıyor “Feminizm”, Hollywood’da çoğu zaman “kadına bir silah ya da kas ver” demenin koduydu ve bir kısmının fantazilerini karşılarken aynı zamanda bazı izleyici adaylarını da sustururdu. Malesef bilimkurguda sıklıkla karşılaşmadığımız şey gerçekçi, üç boyutlu, başlarına gelen tuhaf olayları doğal ve kadınsı yöntemlerle çözen kadın karakterlerdir.

Bilimkurgu filmlerinde feminist kadınlar, kadın bedeni içinde ama özü itibariyle erkek olan karakterlerdir. Fakat Yapışkan Parmaklar’ın merkezindeki karakterler güçlü insanlardır ve cinsiyeti evirip çevirmek gibi bir şey ile uğraşmazlar.

Princess Mononoke (1997)

Studio Ghibli yapımı bu filmden abartıya kaçmadan bahsetmek olanaksız. Prenses Monoke yapılan en güzel filmlerden biri. Miyazaki’nin doğa ve insanın mücadelesini anlattığı şahane animasyonu, semboller ve altmetinle oluşturulmuş zamansız bir hikaye ile el ele ilerliyor. Feminizmin ipliği film boyunca kendini dokuyor. Filmdeki kadınlar erkeklerden daha ilginç ve daha fazla ayrıntılandırılmış.

Film aynı zamanda, animasyonlarda çoğunlukla gerçekçi olmayan yaradılışa sahip kadınlardan farklı bir karakter profili çiziyor ve kadınsılık klişelerini altüst eden azimli kadın kahramanı San’a ağırlık veriyor. Kurt-tanrıça karakter Moro, anaç  veya kızgın anne figürlerine benzememesiyle dikkat çekiyor; Leydi Eboshi, talepkar bir sürtük olarak değil de soğukkanlı bir lider olarak yeniden çiziliyor.

Hazırlayan: Hilal Adaşlık | Kaynak

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

Bilimkurgunun Bıçkın Delikanlısı: Karl Urban

Karl-Heinz Urban, 7 Haziran 1972’de Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da doğdu. İki ebeveyni de çok zengin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et