“Ciddiyim ve bana Shirley deme!”
Leslie Nielsen‘ın Airplane!‘de söylediği bu cümle, sinema tarihinin en saçma ama en komik repliklerinden biridir kuşkusuz. Aslında bu tek cümle, kariyerinin de özeti gibidir. O, tuhaf ama komik olmayan şeyler söyleyen ciddi bir insandır. Öyle ki, 1989’da bir mizah şovunda sunuculuk yapması istendiğinde, “Ben komedyen ya da komik biri değilim ki!” diyerek şaşkınlığını dile getirir. Çünkü ona göre komedyen, komik şeyleri komik şekilde söyleyen kişidir. Oysa onun yaptığı, komik olmayan şeyleri komik olmayan şekilde söyleyip sonucun komik olmasını sağlamak ve insanları güldürmektir.
Bugün özellikle ülkemizde daha çok absürt komedinin kralı olarak anılsa da, aslında onun yaptığı biraz “slapstick“, çoğunlukla da “deadpan” mizahtır. Slapstick, abartılı hareketler, sakarlıklar, saçma kazalar gibi unsurları kullanan bir tür fiziksel komedidir. Charlie Chaplin, Buster Keaton, Benny Hill, Jim Carrey gibi oyuncuların yaptığı işte budur. Deadpan mizah ise daha ince ve icrası daha zordur. Bill Murray, Bea Arthur, Sarah Silverman, Simon Pegg gibi oyuncuların örneğini sergilediği bu mizah türü, en komik ya da saçma replikler söylenip en komik ve saçma durumlara düşülürken bile takınılan kayıtsız, ciddi yüz ifadesinin korunmasına dayanır. Bu iki türü iyi şekilde harmanlayanlara da Peter Sellers, Rowan Atkinson, bizden de Nejat Uygur ve Kemal Sunal’ı örnek verebiliriz. İşte Leslie Nielsen da ustalığını böyle konuşturur.
Her ne kadar bize öyleymiş gibi gelse de, kariyeri boyunca yalnızca komediden ibaret olmayan, olabildiğince geniş bir yelpazede işler ortaya koydu. Şimdi gelin, bunların içinden bilimkurgu türüne girenlere yakından bakalım.
Forbidden Planet (1956)
Forbidden Planet, çekildiği tarihe göre oldukça başarılı olan, kendisini takip edecek birçok yapım için kapı açan, çağdaş bilimkurgu için öncü nitelikte bir yapım. Öyle ki, Star Trek’in atası ve ilham kaynağı kabul edilir. Aslında Leslie Nielsen’ın oynadığı Komutan Adams, bir nevi Kaptan Kirk’in prototipidir. Shakespeare’in The Tempest / Fırtına adlı oyununun bir adaptasyonunu andıran film, Fırtına’daki gibi uzak ve izole bir mekânda, oyundakilere benzer karakterlerle, benzer bir olay örgüsü izler. 23. yüzyılda geçen filmde, –o da bir nevi, Atılgan’ın prototipi olan- Birleşik Gezegenler yıldız gemisi C-57D , 20 yıl önce Altair IV adlı gezegene gönderilen keşif ekibinin akıbetini öğrenmek üzere görevlendirilir. Keşif ekibinden Doktor Morbius, daha baştan kaptanı uyararak gemiyi gezegene indirmeyip geri dönmesini salık verir. Kaptan aldıkları emir doğrultusunda tetkik için inmek zorunda olduklarını söyler ve gemiyi indirir. Morbius, Kaptan ve iki adamını evinde kabul eder.
20 yıl önceki keşif ekibinin dönüş kararı alınmasının ardından gemileriyle birlikte bilinmeyen bir varlık tarafından korkunç şekilde yok edildiğini, yalnızca doktor, karısı ve kızının –bir şekilde bağışık oldukları varsayımıyla- hayatta kaldığını, doktorun karısının kısa bir süre sonra doğal sebeplerden öldüğünü ve o zamandan beri doktorun koca gezegende sadece kızı Altaira, robotu Robby ve dünyadakilere benzer; vahşi ama ehlileşmiş hayvanlarla beraber yaşadığını öğrenirler. Gezegenin yerli halkı olan Krell ve inanılmaz gelişmiş teknolojileriyle gezegende inşa ettikleri her şey, 200 bin yıl önce sebebi belirsiz şekilde bir gecede yok olmuştur. Ancak Morbius’un evi olarak seçtiği yerdeki yer altı tesisi korunmuştur. Burada, bir dilbilimci olan Doktor Morbius, zamanla Krell alfabesini ve tesisin işleyişini çözmüş, tesisteki beyin gücüyle çalışan makinelerle mevcut zekâsını iki katına çıkarmıştır. Kaptanın bu teknolojinin dünyayla paylaşılması fikrine Morbius şiddetle karşı çıkar. O klişe cümledeki gibi, “Dünya buna hazır değildir”, insanlık böyle sınırsız bir gücü henüz ve uzun bir süre daha sindiremez.
Bütün bunların içinde, bilinmeyen bir güç tarafından önce gemide bazı cihazlar sabote edilir, ardından mürettebat art arda saldırıya uğramaya başlar. Filmde, hem bir toplumun çok ileri bir gelişmişlik düzeyine eriştiğinde, –tanrıyı oynadığında- bunun doğuracağı sonuçlar tasvir edilir -bu da insan psikolojisi merkeze alınarak yapılır- hem iptidaî görünse de yapabildikleriyle dudak uçuklatan bir robot portresi çizilir hem de yabancı bir dünyada izole bir şekilde büyüyen bir genç kadın üzerinden psikolojik tahlile girişilir.
Işık hızını aşmış, uzayın keşfine çıkmış bir dünyanın anlatıldığı filmin vizyon tarihi 1956 iken, uzaya insanlı ilk uçuşun 1961’de yapıldığı düşünülürse bu öncü yapımın değeri daha iyi anlaşılır.
The Reluctant Astronaut (1967)
Nielsen’ı yardımcı oyuncu olarak gördüğümüz bu filmde, Don Knotts’un oynadığı ana karakter Roy Fleming, bir uzay gemisi lunaparkı operatörüdür. Yükseklik korkusu vardır. Ailesi onun adına Nasa’ya başvurmuştur ve işe alınmıştır. Ancak sandıklarının aksine astronot olarak değil, hizmetli olarak kadro verilmiştir. Yeni işinde Leslie Nielsen’ın oynadığı Binbaşı Fred Gifford ile arkadaş olan Roy, ailesini hayal kırıklığına uğratmamak için Gifford’un astronot giysisini giyerek ailesini ziyaret eder ve işi hakkında yalan söyler.
Ancak oyunu başarısız olur ve üstüne üstlük işinden de kovulur. Tam da bu sırada Ruslar eğitimsiz bir sivili uzaya göndermeyi planlar ve Amerika da geri kalmamak için elini Ruslardan çabuk tutup birini bulmaya çalışır. Gifford bu iş için Roy’u önerir. Yükseklik korkusu Roy’u, filmin adındaki “gönülsüz astronot” yapsa da bu görevi başarıyla yerine getirmeye çalışacaktır.
Change of Mind (1969)
Leslie Nielsen’ı ırkçı bir şerif olarak gördüğümüz bu bilimkurgu draması bize ilginç bir hikaye sunuyor. Bölge savcısı David Rowe kanserden ölmek üzeredir ve tek kurtuluşu beyin naklidir. Beyin hasarından ölmek üzere olan siyahî bir atletin vücuduna Rowe’un beyni nakledilir. Rowe artık görünüşte siyahî bir bölge savcısıdır. Yeni hayatına alışmaya çalışırken ırkçılığın pençesine düşen Rowe’u karısı da kabullenmekte zorlanır. Esasında ne kendi çevresi ne de bedeninin eski çevresi kabullenebilmiştir Rowe’u. Yani ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamayan bir pozisyonda kalmıştır. Nielsen’ın oynadığı ırkçı Şerif Webb, Rowe’dan nefret eder. Ancak Şerif, Rowe’un bedenini aldığı adamın sevgilisini öldürmekle suçlandıktan sonra, savunması için yine Rowe’a güvenmek zorunda kalır.
Rowe, bir yandan ona farklı davranan üstleri, arkadaşları ve ailesiyle; yani ırkçı önyargılarla uğraşırken, bir yandan “eski sevgilisinin” cinayetini aydınlatmaya çalışır. Her şey yoluna girdiğinde Şerif’in yine siyahîleri taciz etmeye devam edeceğini bildiği için, onu temize çıkaran kanıtları mahkemeye sunmakta kararsız kalır. Rowe’un yaşadığı vicdan muhasebesi ve etik ikileme yoğunlaşan filmin ikinci yarısı daha çok bir mahkeme filmi gibidir. ABD’de ırklar arası evlilik yasağı henüz kalkmışken çekilen film, bu yönüyle de takdiri hak eder.