Kadınların Başrolde Olduğu 20 Bilimkurgu Filmi

Bilimkurgu filmleri onlarca yıldır hem geleceğe dair hayal gücümüzü hem de türe dair ilgi ve anlayışımızı geliştirmekte harika işler çıkarıyor. The Day the Earth Stood Still ve 2001: A Space Odyssey gibi büyük klasikler, inanılmaz sahneleri ve dönemlerine göre devrim niteliğindeki görsel efektleriyle hâlâ merakımızı cezbetmeyi başarıyor. Sinema endüstrisindeki teknolojik gelişmelerden bolca faydalanılarak ortaya çıkarılan Avatar ve Interstellar gibi modern başyapıtlarımız da var. Bilimkurgu filmi dendiğinde ilkin aklımıza gelen bu filmlerin hepsini sinematik güzellikler olarak anmak mümkün. Ancak adını andığımız bu muhteşem eserlerde ortak olan bir şey var: Bu filmlerin tümünde, büyük bilinmeyene karşı gerçekleştirilen hücuma erkek kahramanlar liderlik ediyor. Oysa güçlü kadın karakterlerin esas kahraman olduğu, yukarıda andığımız eserlerle aynı ölçüde heyecanlı, sürükleyici ve düşündürücü bir dizi bilimkurgu cevheri de mevcut.

Evet, şaşalı görsel efektler ve akıllara durgunluk veren gelecek konseptleri bir bilimkurgu filmini çok keyifli hale getiriyor olabilir ama şunu kabul edelim: Bir bilimkurgu filmini gerçekten yükselten şey, yeni ve farklı sözler söylemeye imkân veren ilgi çekici kadın karakterlerdir. Aşağıda, robotlarla savaşan, uzaylıları alt eden, siyasi olaylara yön veren, devrimler yapan ve tüm bunları mizahla ve de ateşli bir hayatta kalma arzusuyla gerçekleştiren güçlü kadın kahramanları ve onlara hayat veren muhteşem aktrisleri listeledik. Gelin hayran olunacak bu kadınları bir hatırlayalım.

A Wrinkle in Time (2018)

Kısmen bilimkurgu, kısmen de fantastik olarak adlandırabileceğimiz A Wrinkle in Time (Zamanda Kıvrılma), Disney’in pek fazla rağbet görmemiş filmlerinden biri. Madeleine L’Engle’ın 1962 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan, Ava DuVernay tarafından yönetilen ve senaryosu Jennifer Lee ile Jeff Stockwell tarafından yazılan filmde esas kahramanımız Meg Murry adında bir genç kız.

Hikâye şöyle: Storm Reid tarafından canlandırılan Meg ve kardeşi Charles’ın bir bilim insanı olan babaları günün birinde ortadan kaybolur. Meg, Charles ve dostları Calvin kayıp babayı bulmak için uzaydan paralel evrenlere kadar pek çok acayip yeri ziyaret eder. Maceranın başında içe dönük bir karaktere sahip olan Meg, hikâye boyunca göz kamaştırıcı diyarlarda seyahat ettikten sonra kendine güvenini kazanıp güçlenir ve hikâyeyi de genç kızlara ilham verecek tatlı bir “girl power” serüvenine dönüştürür.

Lucy (2014)

İnsanların beyin kapasitelerinin yalnızca yüzde onunu kullanabildiklerine dair yaygın bir iddia vardır. Luc Besson, bilimkurgu gerilim filmi Lucy’de işte bu iddia üzerine gidiyor. Scarlett Johansson tarafından canlandırılan ve eğlenmeyi seven sıradan bir genç kadın olan Lucy karakteri, birtakım olaylar sonucu kendisini azılı bir uyuşturucu şebekesinin ağına düşmüş bir kurban olarak buluyor. Kuryelik yapması için vücuduna yerleştirilen yeni bir tür sentetik uyuşturucu, beklenmedik şekilde Lucy’nin beyninin tüm potansiyelini kullanabilir hale gelmesine sebep oluyor. Sonuç? Başka hiçbir şeye benzemeyen, aksiyon dolu, baş döndürücü amma ve lakin yer yer saçmalayan bir macera…

Lucy’nin bir kurbandan insanüstü bir varlığa dönüşümü teoride kulağa güzel gelse de, film boyu yaşananlar pek çok bilimkurgu seyircisi tarafından “saçmalık” olarak nitelendirildi. Yine de filme belli bir derinlik ve seyir keyfi katan bir unsur var: Johansson’ın muhteşem performansı.

Melancholia (2011)

Lars von Trier’in Melancholia’sı, olağanüstü sinematografisi (yukarıdaki görsele bir bakın!) ve metaforlarla yoğurulmuş ilginç anlatısıyla hayli düşündürücü bir kıyamet draması. Trier’in “psikolojik kıyamet” olarak nitelediği filmin merkezinde Justine ve Claire adında iki kız kardeş yer alıyor. Birbirlerinden bir hayli farklı karakter özelliklerine sahip olan kız kardeşler, bir gezegen çarpışmasının arifesindeler ve bir yandan yaklaşan kıyamet gerçeğiyle diğer yandan da ailevi travmalarıyla başa çıkmaya çalışıyorlar.

Filmde dünyaya yaklaşan Melancholia isimli gezegenin hem açık hem de örtük biçimde sonsuz keder ve yıkımı temsil ettiğini söyleyebiliriz. Cannes’da bu filmdeki oyunculuğuyla En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü alan Kirsten Dunst, son derece depresif ve melankoliye eğilimli bir karakter olan Justine’e muhteşem bir inandırıcılık katıyor. Melancholia’ya bakarak, şimdiye dek çok az film kahramanının depresyonla mücadeleyi Justine kadar iyi yansıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

10 Cloverfield Lane (2016)

Bilimkurgu ve gerilimin muhteşem bir bileşimi olarak tarif edebileceğimiz 10 Cloverfield Lane, Dan Trachtenberg’in ilk yönetmenlik denemesi olmasına rağmen seyirciyi baştan sona koltuğuna çivileyecek kadar etkili bir film. Hikâyeyse özetle şöyle: Ciddi bir trafik kazası geçiren Michelle, gözlerini yer altındaki bir sığınakta açar. Sığınakta kendisiyle birlikte bulunan tuhaf yabancı, Michelle’e yer üstünde korkunç bir kimyasal saldırı olduğunu ve kesinlikle dışarıya çıkmamaları gerektiğini iddia eder.

Bir süre sonra Michelle haliyle bir şeylerin ters gittiğini fark eder ve sığınaktan kaçmaya karar verir. Michelle karakterine hayat veren Mary Elizabeth Winstead’in, karakterin bu son derece klostrofobik atmosferde giderek artan çaresizliğini ve yanındaki yabancıya karşı şüphelerini şok edici bir özgünlükle canlandırdığını söyleyebiliriz.

Contact (1997)

Kıymetlimiz Carl Sagan’ın aynı adlı romanından beyaz perdeye uyarlanan ve doksanlı yıllara damgasını vuran bu unutulmaz bilimkurgunun başrolünde Jodie Foster yer alıyor. Hikâyeyi hemen hepiniz biliyor olmalısınız ama yine de kısaca özetleyelim. Foster’ın canlandırdığı Dr. Ellie Arroway, SETI isimli programda çalışan önemli bir gökbilimcidir ve dünya dışı varlıkları araştırmaktadır. Bir gün bir sinyal yakalar, bu sinyalin peşine düşer ve olaylar gelişir.

Foster bu filmde, dünya dışında zekâ belirtileri bulmak için gökyüzünü tarayan bir bilim insanının tutkusunu, çocukluktan beri taşıdığı heyecanını ve rekabetçi çalışma ortamından dolayı ara sıra yaşadığı hayal kırıklıklarını oldukça gerçekçi bir tasvirle seyirciye yansıtıyor.

Star Wars: The Last Jedi (2017)

Uzun yıllar boyunca Star Wars filmlerin başrolleri olarak hep erkekleri seyrettik; en önemli karakterler çok uzun süre boyunca Anakin Skywalker, Luke Skywalker ve Han Solo’ydu. Ancak 2017 yılına gelindiğinde Rogue One: A Star Wars Story, Felicity Jones’un canlandırdığı Jyn Erso karakterini esas kahraman olarak öne çıkararak farklı bir tablo çizmeye başladı. Bu trend Star Wars: The Last Jedi ile devam etti.

Hatırlayacağınız üzere bu filmde, hayatta kalan son Jedi ustası olan Luke Skywalker, yeni nesli eğitme konusunda oldukça isteksizdi. Buna karşın Daisy Ridley’nin canlandırdığı Rey karakteri oldukça cesur ve gözü pek biri gibi görünüyordu. Kimi Star Wars sevdalıları, başrolde bir kadını seyretmekten hoşnut kalmamış olsa da, biz Rey karakterinin işe hayranlık uyandıran bir öğrenci olarak başlayıp başlı başına bilge bir savaşçıya dönüşerek adını Star Wars tarihine yazdırmayı başardığını söyleyebiliriz.

Alita: Battle Angel (2019)

Alita Battle Angel

Yukito Kishiro’nun manga serisi Gunnm’dan uyarlanan Alita: Battle Angel, Rosa Salazar’ın esas kahraman olduğu, inanılmaz derecede çarpıcı bir siberpunk aksiyon filmi. Hikâye ise şöyle: Hiç bilmediği bir gelecekte, Iron City denen bir yerde, şefkatli bir doktor olan Ido (Christoph Waltz) tarafından hayata döndürülen Alita, kendisiyle ilgili hiçbir şey hatırlamamaktadır. Doktor, Alita’nın cyborg görüntüsünün altında olağanüstü bir geçmişe sahip olan genç bir kadın olduğunu fark eder. Alita yeni hayatına alışmaya çalışırken bir yandan kendi geçmişiyle bir yandan da şehri yöneten tehlikeli güçlerle uğraşır.

Tamamen CGI ile geliştirilmiş olan Alita’nın, ölümcül dövüş becerileri ve zarafetiyle, genç bilimkurgu izleyicisi için ikonik bir kadın kahramana dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Resident Evil (2002)

Yine meşhur bir bilimkurgu gerilim filmiyle karşı karşıyayız. Paul Anderson’ın yönettiği filmimiz, Capcom’un aynı isimli ünlü video oyunu serisinden beyaz perdeye uyarlandı ve Umbrella Corporation isimli dev şirketin yer altı genetik laboratuvarında ortaya çıkan bir virüsün yüzlerce insanı (ve hayvanı) zombiye dönüştürmesinden sonra meydana gelen kargaşayı anlattı.

Muhteşem kadın Milla Jovovich’in hayat verdiği Alice ve başka bir muhteşem kadın Michelle Rodriguez’in canlandırdığı Rain Ocampo, filmin esas kahramanları olan iki güçlü kadın karakter. Bilhassa Alice’in hafızasını kaybetmiş savunmasız bir kurbandan ölümcül bir zombi savaşçısına dönüşmesini seyretmek oldukça keyifli. Jovovich bu rolde, karakterin hem çelik gibi kararlı hem de yer yer kırılgan anlarını müthiş bir inandırıcılıkla izleyiciye yansıtıyor.

Underwater (2020)

Yine bir bilimkurgu gerilim olan filmimizin esas kahramanına hayat veren Kristen Stewart’ı daha önce pek çok popüler yapımın başrolü olarak izledik. Kendisi The Twilight Saga’nın ergen aşığı Bella Swan olduğuna da Spencer’ın Prenses Diana’sı olduğuna da bizi ikna etmişti. Bu kez onu bir okyanus altı araştırma ve sondaj tesisinin cesur mühendisi Norah rolünde izliyoruz.

Filmde bir deniz depremi sonucu Mariana Çukuru’nun dibinde mahsur kalan Norah ve ekibi, hayatta kalmaya çalışırken kendilerini bekleyen asıl tehditle yüzleşiyor. Underwater, tıpkı 10 Cloverfield Lane gibi oldukça klostrofobik bir film ve Stewart, Norah’ın sular altında kalmış tünellerden geçerken yaşadığı panik ve çaresizliği insanın nefesini kesecek bir sahicilikle seyirciye sunuyor.

The Shape of Water (2017)

Karanlık hikayelere kendi tarzında tuhaf bir sıcaklık katmayı çok iyi beceren Guillermo del Toro’nun bu filmi, 13 dalda Oscar adayı olup En İyi Film dâhil dört ödül almış bir bilimkurgu şaheseri. Hikâye özetle şöyle: Eliza, Soğuk Savaş dönemi Amerika’sının gizli bir araştırma tesisinde çalışan yalnız ve dilsiz bir kadındır. Günün birinde arkadaşı Zelda’yla birlikte laboratuvarın gizli bir bölümünde saklanan büyük sırla karşılaşır: Kısmen insan gibi görünen, laboratuvar koşullarında üretilmiş bir amfibi!

Zamanla Eliza ve tuhaf arkadaşı arasında bir bağ kurulur ve ortaya fantastik bir aşk hikâyesi çıkar. Sally Hawkins’in canlandırdığı Eliza karakteri aracılığıyla, yaşadığı sıra dışı aşkla kendi sesini bulan ve özgürlüğü keşfeden harika bir kadın kahraman ortaya çıkardığını söyleyebiliriz.

Yazar: Selin Arapkirli

1984 yılında doğdu. Biyoloji okurken birden yazar olmak istediğine karar verip son derece keskin bir dönüşle Güzel Sanatlar Fakültesi'ne girdi. Fakat oradan da senarist olarak çıktı. Hala ilk romanını yazamadı ve giderek yaşlanıyor. Fakat ne kadar yaşlanırsa yaşlansın doğduğu yılla, 1984'le hep gurur duyuyor.

İlginizi Çekebilir

pedram turkoglu sunum

Pedram Türkoğlu’nun Sunumuyla Zenoloji: Kurgusal Türlerin Bilimi

Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi’nin 2024-2025 sezonundaki ilk Perşembe Söyleşisi’ne kulübümüzün editörlerinden Pedram Türkoğlu konuk …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin