Görsel Efektsiz de Oluyormuş Dedirten Bilimkurgu Filmleri #2

İlk bölümü büyük ilgi gören “Görsel Efektsiz de Oluyormuş Dedirten Bilimkurgu Filmleri” yazı dizimizin ikinci bölümüyle tekrar karşınızdayız. Bu yazı dizisiyle amacımız, aslında görsel efektsiz de iyi bilimkurgu filmi çekilebileceğini ve işin biraz da yaratıcı senaryo ve öykülerde yattığını gösterebilmek. Evet, bilimkurgu sineması için görsel efektlerin önemi yadsınamaz, ancak bu olmazsa olmaz anlamına da gelmiyor. Bütçe ve dolayısıyla teknolojik yetersizlikler, zekice bir olay örgüsüyle bertaraf edilebilir. Tıpkı sinemanın yaratıcı dehaları tarafından geçmişte yapıldığı ve bugün de yapılmakta olduğu gibi.

Dolayısıyla bu cesaret verici gerçek, Türkiye gibi ya kültür eksikliğinden ya da bütçe yetersizliğinden ötürü kayda değer düzeyde bilimkurgu örneği verememiş ülke sinemaları açısından dikkate alınmayı hak ediyor. Gelin lafı daha fazla uzatmayalım ve yazı dizimizin ikinci listesine doğru hep birlikte yelken açalım. İyi seyirler…

Solaris

İlk bölümü olduğu gibi, bu bölümü de yine bir Andrei Tarkovski uyarlamasıyla açalım dedik. Sinema dehası Tarkovskin’in çektiği Solaris, sadece Rus sineması için değil, dünya sineması için de tarihi değere sahip bir başyapıt. Her ne kadar Lem, romanını bağlamından kopardığı için filmden hoşlanmadığını belirtse de, bu durum Tarkovski’nin unutulmaz bir sanat eseri ortaya koyduğu gerçeğini değiştirmiyor. Güçlü görselliği ve felsefi diyaloglarıyla film, bir yandan evrendeki yerimizi sorgularken bir yandan da varoluşsal bulantımıza ayna tutuyor.

Doktor Kris Kelvin, gönderilen bilim insanlarının geri dönmediği Solaris gezegeninin yörüngesindeki uzay istasyonuna gider. Burada olup bitenleri anlamaya çalışan kahramanımız, çok geçmeden gezegenin sırrına vakıf olacak ve büyük bir vicdan muhasebesi yaşayacaktır. Çekimleri Rusya ve Japonya’da gerçekleşen filmin başrollerinde ise Donatas Banionis ve Natalya Bondarchuk var. Film, çoğu eleştirmen ve sinema tarihçisi tarafından “2001: A Space Odyssey’e Sovyetlerin yanıtı” olarak nitelendirilmişti. Birkaç sahnesi dışında görsel efekte yer verilmeyen yapım, buna rağmen sıra dışı bir uzay istasyonunda kısılı kalmanın psikolojik gerilimini başarıyla yansıtıyor.

Planet of the Apes

maymunlar gezegeni

Teknolojinin tüm nimetlerinden faydalanan modern üçlemesinin aksine, 1968 çıkışlı Planet of the Apes daha çok makyaj sanatındaki hüneriyle hafızalarımıza kazındı. Ha tabii bir de sinema tarihine geçen o final sahnesiyle! Fransız yazar Pierre Boulle’ün La Planète des Singes romanından beyaz perdeye aktarılan film, uyarlandığı eserden bağımsız bir anlatı ortaya koyuyor. Yönetmenliğini Franklin J. Schaffner’in yaptığı bu kült filmin başrollerini ise Charlton Heston ve Roddy McDowall paylaşıyor.

Işık hızında süren uzun bir yolculuğun ardından astronot Taylor, gelişmiş maymunların egemen olduğu sıra dışı bir gezegene düşer. Gezegendeki insan nüfusu ise maymunların baskısı altında yaşama mücadelesi vermektedir. Elbette gezegene ve üstündeki bu tuhaf düzene tümüyle yabancı olan kahramanlarımızın başına olmadık işlerin gelmesi gecikmeyecektir. Başarılı makyaj performansı nedeniyle Onursal Akademi Ödülü kazanan ve iki Oscar’a aday olan Planet Of The Apes, kuşkusuz sinema tarihinin en görkemli seyirliklerinden.

Eternal Sunshine of the Spotless Mind

eternal sunshine of the spotless mind

Anıları silmek mümkün olsaydı bu uygulamadan siz de yararlanmak ister miydiniz? Jim Carrey ile Kate Winslet’ın müthiş uyumundan güç alan filmin yönetmen koltuğunda Charlie KaufmanMichael Gondry ikilisi oturuyor. Clementine (Kate Winslet), sevgilisi Joel Barish’i (Jim Carrey) hafızasından sildirir. Bunun üzerine küplere binen Joel, aynı prosedürü kendi üzerinde de gerçekleştirmek ister. Ancak Clementine’nin yavaş yavaş anılarından silinip gittiğini gören kahramanımız, halen onu çok sevdiğini ve belki de yaptığı hatayı düzeltmek için artık çok geç olduğunu kederle fark edecektir.

Eternal Sunshine of the Spotless Mind, romantik bir bilimkurgu olmanın da ötesinde insani ve sıcacık noktalara temas edebilen başarılı bir yapım. Hatta günün birinde anı sildirme teknolojisi gerçek olursa hafızanızdan sildirip sıfırdan izlemek isteyebileceğiniz filmler arasında.

Gattaca

Gattaca

Genetik mühendisliğin gelişmesiyle “kusursuz” insanlar yaratma dönemi başlamıştır. Genetik müdahaleyle geliştirilen bireyler toplumsal yapının üst sınıfını oluştururken, doğal yollarla dünyaya gelen bireylerse toplumun yeni alt sınıfıdır artık. Alt sınıfın üyelerinden biri de astronot olmaya hevesli Vincent Freeman‘dir. Günümüzdeki SpaceX’in daha gelişmiş bir versiyonu olarak tanımlayabileceğimiz Gattaca şirketinde temizlikçi olarak çalışan Vincent, genetik dezavantajını aşmak için riskli bir işe girişir ve belden aşağısı tutmayan Jerome Eugene Morrow adlı eski bir sporcunun kimliğine bürünür. Sistemin güvenlik prosedürlerini ise Morrow’dan temin ettiği kan ve idrar örneklerini dahice kullanarak atlatmayı başarır.

Çok geçmeden şirketin gözde elemanlarından biri haline gelen Vincent için her şey yolundadır ve hayalini kurduğu Titan yolculuğuna kısa bir süre sonra çıkabilecektir. Fakat şirkette işlenen bir cinayet, olayı araştıran dedektiflerin dikkatini Vincent’ın üzerinde yoğunlaştırmasına sebep olur. Hikâyemiz bu noktadan sonra, Vincent ile peşindeki dedektifler arasında sürüp giden bir köşe kapmaca oyununa dönüşür. Andrew Niccol’ün yazıp yönettiği film, gelecekte genetik biliminin yol açabileceği sıkıntılara ve bunun sonucunda doğabilecek toplumsal ayrışma ve adaletsizliklere dikkat çeken başarılı bir yapım. Kadrosunda ise Ethan Hawke, Uma Thurman ve Jude Law gibi rüştünü ispatlamış oyuncuları barındırıyor.

K-PAX

k-pax

Kahramanımız Prot (Kevin Spacey), adeta yoktan varolmuşcasına bir tren istasyonunda beliriverir. Ne kimliği, ne de onu tanıyan birileri vardır. Kimliğini soranlara ısrarla Dünyalı olmadığını ve buraya K-PAX adlı bir gezegenden incelemeler yapmak üzere geldiğini belirtir. Eh, beklendiği üzere soluğu bir akıl hastanesinde almakta gecikmez. Psikiyatrist Dr. Powell’ın (Jeff Bridges) gözetimine verilen kahramanımız gerçekten bir uzaylı mıdır, yoksa aklını yitirmiş bir kimsesiz mi? Filmi izledikten sonra bu sorunun cevabını vermekte siz de zorluk çekeceksiniz.

Yönetmenliğini Iain Softley’in üstlendiği film, Gene Brewer‘ın aynı adlı roman serisinin ilk kitabından beyaz perdeye uyarlandı.

Escape from New York

New York’un duvarlar ve dikenli tellerle çevrilip ABD’nin geri kalanından yalıtılarak adeta dev bir açık hava cezaevine dönüştürüldüğü karanlık günlere hoş geldiniz! 90’ların sonunda suç oranı artmış, yönetim çareyi en iflah olmaz suçluları buraya atmakta bulmuştur. Sakinlerinin kendine özgü kaotik ve vahşi bir düzen oluşturduğu New York, deyim yerindeyse medeniyetin kara deliği gibidir. Bir kez girenin bir daha çıkamadığı, buna yeltenenlerinse askerler tarafından acımasızca öldürüldüğü distopik bir cehennemden farksızdır.

Hâl böyleyken uçağı teröristlerce kaçırılan ABD başkanı, bir kaçış kapsülüne binerek kurtulmayı başarır. Ancak ortada çok ciddi bir sorun vardır: Başkanın kapsülü New York’a düşmüştür ve suçlular tarafından öldürülmeden önce kendisini o cendereden kurtaracak gözü kara birine ihtiyaç vardır. İkonik filmlerin yönetmeni John Carpenter imzası taşıyan filmin başrolünde ağır ağabeyimiz Kurt Russell bulunuyor.

Pi

Requiem for a Dream, The Fountain, Black Swan, Mother! gibi kendine özgü filmlerin derinlikli yönetmeni Darren Aronofsky imzası taşıyan Pi, dünyayı anlamak için biçim kadar içeriğin, matematik kadar şiirin ne denli gerekli olduğunu gözler önüne seren idraki zor bir film. Matematik dehası Max sorunlu bir kişiliğe sahiptir ve belki de en önemli buluşuna ulaşmak üzeredir. Son on yıl boyunca sayısal olarak doğanın bir kodlama sistemi bulunduğunu düşünmesine rağmen herhangi bir çözüme ulaşamamıştır. Zira ulaştığı sonuçlar, her defasında onu çok daha büyük karmaşaların kucağına itmektedir.

Siyah-beyaz çekilen film, felsefe ile matematiği, gerçeklik ile şizofreniyi, varlık ile simülasyonu tek bir denklemle irdelemeye çalışırken zikzaklı bir anlatım ortaya koyuyor. Yapımın oyuncu kadrosunda Sean Gullette, Mark Margolis, Ben Shenkman, Pamela Hart gibi isimler var.

Donnie Darko

Dünyanın sonuna 28 gün, 6 saat, 42 dakika, 12 saniye kaldı…

Bir ilk film olmasına rağmen Richard Kelly’nin kısa süre içerisinde modern klasik hâline gelen filmi Donnie Darko, zaman-mekân dönüşlü anlatım türünün kurgusal anlamdaki en güçlü temsilcileri arasında. Good Will Hunting’deki gibi yaşıtları, çevresi, büyükleri ve sistemin işleyişi ile sorunları olan anti-kahraman Donnie Darko’nun, kendi fantastik dünyasında “beyaz tavşanı takip etmesinden” sonra başına gelen gizemli ve gerilimli olayları izliyoruz…

Yönetmen Richard Kelly’nin, zamanda yolculuk konusunda bilinen ve kabul görmüş bütün bilimkurgu kalıplarını baştan sona şekillendirmesi ve kurgusal anlamda zirve yaratması, Donnie Darko’nun beğenen beğenmeyen herkesin belleğinde uzun süre yer etmesini sağladı. Zaten yönetmenin modern bir Alice masalını böyle çetrefilli bir yoldan anlatmayı seçmesi de kim ne derse desin iyi bir cesaret örneğiydi. Filmde, fırtına sahnesi dışında hiçbir ciddi görsel efekte yer verilmediğinin altını çizmekte yarar var.

The Lobster

TheLobster

Yönetmenliğini Dogtooth ile dikkatleri üzerine çeken yetenekli Yunan asıllı yönetmen Yorgos Lanthimos’un üstlendiği The Lobster, bize çok da uzak olmayan bir gelecekten ilginç bir distopya öyküsü anlatıyor. Yalnız kalmış ve ilişkisi olmayan insanların tutuklandığı bu alternatif gelecekte kahramanımız David (Colin Farell), karısı tarafından terk edildikten sonra yeni bir ilişkiye başlasın diye bir otele gönderilir. David tıpkı evli olmayan diğer insanlar gibi kırk beş gün içinde kendine bir eş bulmak zorundadır. Eğer bu süre içinde uygun bir kadın bulamazsa ya vahşi bir ormana sürülüp orada avcılara yem olacaktır ya da otele kaydolurken belirlediği bir hayvana dönüştürülecektir.

2015 çıkışlı film, alışılmışın dışında bir distopya öyküsü ortaya koyuyor. Başrollerini Colin Farrell, Ben Whishaw, Rachel Weisz ve Lea Seydoux gibi isimlerin paylaştığı yapımın distopya meraklılarının ilgisini çekeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Los cronocrímenes

Karısıyla birlikte yeni bir eve taşınmanın tadını çıkaran Hector (Karra Elejalde), bir gün bahçede oturmuş etrafı seyrederken ormanda çıplak yatan bir genç kız görür. Durumu anlamaya çalışan kahramanımız, o sırada yüzü sargılı gizemli bir adam tarafından saldırıya uğrar. Canını kurtarmak için kaçan ve yan binadaki genç adamın yönlendirmesiyle bir tankın içine saklanan Hector, çıktığında zamanda yolculuk yaptığını ve birkaç saat öncesine döndüğünü anlayacak, olaylarsa gitgide karmaşıklaşmaya başlayacaktır…

Laboratuvardaki genç adam rolüyle izlediğimiz Nacho Vigalondo’nun yazıp yönettiği Los cronocrímenes, düşük bütçesine rağmen gerilimi düşmeyen bir İspanyol bilimkurgusu. Özellikle zamanda yolculuk temasından hoşlananlar için şans verilmeyi hak ediyor.

Önceki Sonraki

Yazar: İsmail Yamanol

Amatör bir düş gezgini, saplantılı bir bilimkurgu hayranı. Kuruculuğunu ve genel yayın yönetmenliğini üstelendiği Bilimkurgu Kulübü'nde at koşturmayı sürdürüyor.

İlginizi Çekebilir

T-1000’den Öte Bir Öykü: Robert Patrick

Sinema dünyasında yer edinebilmek ve sonrasında kalıcı olabilmek için mücadeleler veren sayısız oyuncu var. Çoğu …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et