“Gişede umduğunu bulamayan bilimkurgu filmleri” listemizin üçüncü ve son bölümüyle karşınızdayız. Geçtiğimiz iki bölümde yapım aşamasında başarılı olmasına rağmen, gişede hüsran yaşamanın daha ziyade tanıtım ve diğer başka faktörlerle alakalı olduğunu birçok yapım nezdinde görmüştük. Kült haline gelen kimi yapımların henüz gişedeyken dibe battığına ama haklarının sonradan teslim edilerek bahsi mertebeye geldiklerine; bazı filmlerin ise yeniden çekimleriyle orjinal versiyonlarına kıyasla sınıfta kalışına şahit olmuştuk. Böylece hikaye anlatımının ne denli meşakkatli bir iş olduğu da kesinleşti.
En büyük riski alan yapımlar ise, edebi eserlerden uyarlama filmler olarak öne çıktı. Zira, önemli yazarların uzun süreçler sonucu yazdığı bu eserler, zamanla öne sürdükleri tezlerle kendine has bir okur kitlesi meydana getirdiler. Dolayısıyla sahip oldukları öz kitlelerinin ilgisi belirleyici bir etken. Nitekim üçüncü liste de dahil olmak üzere bunun etkisi listemizin tasnif kıstasını dahi teşkil edecek mahiyette oldu. Ezcümle, tüm bunların neticesinde gördüğümüz filmlerin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Koltuklarınıza oturun ve detayları kaçırmadan yolculuğun keyfini çıkarın.
Bicentennial Man(1999)
Yeni milenyumda, teknolojinin insan hayatını kolaylaştırma konusunda epeyce yol aldığı günlere açıyoruz perdeyi. Robotlar insanların gündelik işlerinde yardımcı olarak çalışan birer emekçi halini almıştır. İsteyen, fabrikasından yeterli ücreti ödeyerek satın alabilmektedir. Bu durum temelde sahip olma hırsının teknolojik imkanlarla teşekkül edişinin, diğer tüm her şeyin önüne geçişine sebep olmuştur. Nitekim Martin ailesinin satın aldığı robotun öyküsü de bu noktada başlar. Aile, işlerini yapmak üzere satın aldıkları robotun sıradan olmadığını anlayacak ve aralarındaki ilişki de bu minvalde değişmeye başlayacaktır.
Bilimkurgunun babası Isaac Asimov’un aynı adlı hikayesinden uyarlanan filmin yönetmenliğini Evde Tek Başına serisini de yöneten Chris Colombus üstleniyor. İnsanlığın sahip olduğu tüm değer ve kavramların derinlemesine tartışıldığı bir alt metne sahip olan filmin bunu seyirciye aktarmadaki en büyük avantajı ise Robin Williams‘ın muazzam oyunculuğu. Bir robotun insan olma çabasını o kadar samimi ve gerçekçi yansıtıyor ki, “acaba?” dedirtmeyi başarıyor. Fakat sinemanın altın yılı kabul edilen 1999 yılına denk gelmesi sebebiyle geri planda kalarak gişede zarar etmiştir. 100 milyon dolar bütçeli yapım, yalnızca 87 milyon dolar gelir elde edebilmiştir.
Ender’s Game (2013)
27. yüzyıldayız. Dünya uzaylı bir türün istilası altındadır. İnsanlık bu işgalci güçlerin karşısında direnmek için çabalar ve bir komutanın gösterdiği büyük fedakarlık neticesinde kurtulur. Fakat geri dönüşleri için hazırlanmak gerekmektedir. Bu sebeple IF (International Fleet) adlı bir özel ordu kurulur ve büyük savaşa hazırlık başlar. Kahramanımız Andrew Ender Wiggin’da bu birlik için yetişen çocuklardan biridir. Aldığı sıkı eğitim ve sahip olduğu yeteneklerle birlikte gelecekte istilacılara karşı savaşacak kişilerden biri de odur.
Yüzyılın En İyi Bilimkurgu Öyküleri kitabının da derleyicisi olan Orson Scott Card‘ın aynı adlı eserinden uyarlanan bir yapım. 2005 yılında çektiği Tsotsi filmiyle Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını kazanan Gavin Hood, hem yönetmenliği hem de kitabın senaryoya uyarlanması konusunda görev üstleniyor. Bu sebeple büyük bir sorumluluğu sırtlandığı söylenebilir. Oyuncu seçimi de ne kadar iddialı bir yapım olduğunu göstermekte. İndiana Jones, Han Solo gibi ikonik karakterlerle özdeşleşen Harrison Ford ve Oscar ödüllü Ben Kingsley‘in yanı sıra genç oyuncu Asa Butterfield‘ın performansı göz kamaştırıyor.
Bu bağlamda her açıdan avantajlı olan yapım, Hood’un halihazırda güzel bir başlangıç sunan hikayeyi anlatmakta yaşadığı sorunla maalesef açmaza giriyor. Zira hikaye çok etkileyici bir serim bölümüne sahip olmasına rağmen ilerleyen aşamalarda karakter gelişimini ve alt metni izleyiciye aktarmakta yaşanan aksamalar filmin akışını olumsuz yönde etkiliyor. Karakterle bağdaşamayan ve sinemada olduğu hissini atamayan seyirci ise tercihini aksi yönde değiştiriyor haliyle. Dolayısıyla, 110 milyon dolar gibi büyük bir bütçe de denkleme dahil edildiğinde elde 125 milyon dolarlık gelir hüsranı daha da artırıyor.
Transcendence (2014)
– Detaylı İnceleme –
Filmin ana fikri, “insan anlayamadığı şeyden korkar” sözüne dayanmaktadır. Dr. Will Caster, yaptığı büyük buluşlarla adını epeyce duyurmuş ünlü bir bilim insanıdır. Son çalışmasını yapay zeka üzerine yürütmekte olan Caster, teknoloji karşıtı radikal bir oluşumdan tehditler almaktadır. Çalışmalarının Tanrıcılık oynamak olduğunu iddia edenler bile çıkar. Bütün bunlara rağmen çalışmalarına ara vermeyen Caster, suikasta uğrar ve hayatını kaybeder. Fakat eşi Evelyn, kocasını kurtarmak için elinden geleni yapmaktan çekinmeyecektir. Kocasının zihninin bir arayüzünü oluşturur. Böylece artık özgürleşen Will için hesaplaşma vakti gelmiştir.
Yönetmen Wally Pfister, daha çok görüntü yönetmeni olarak tanınan bir isim. Christopher Nolan‘ın Batman üçlemesinde ve Inception‘da bu görevi üstlenerek başarısını da ispatlıyor zaten. Fakat iş yönetmenliğe gelince pek de parlak bir iş çıkardığı söylenemez. Nolan’ın filmi aslında kendisinin yöneteceği ama sonradan dostu olarak ona bıraktığı söyleniyor ve sadece yapımcılıkla yetiniyor. Psister ise filmin ne anlattığını kendisinin bile bilmeyeceği denli karmaşık bir hale getirerek, gayet yaratıcı olan bu fikri heba etmeyi başarıyor. Kadrosunda Johnny Depp, Rebecca Hall ve Paul Bettany gibi önemli isimler bulunan ve böylesine yaratıcı bir fikre sahip yapımın, direksiyonsuz araba gibi plansız yol alması da gişede hemen ilk haftada batmasına sebep olur. Acaba 100 milyon dolarla birlikte emanet ettiği bu şahane fikrin 103 milyon gelir elde etmesi Nolan’a ne hissettirmiştir?
Jupiter Ascending (2015)
İnsanlığın besin zincirinde en alt sıralarda bulunduğu bir evren düşünün. Evrendeki diğer türler arasındaki mücadelelerden dahi bihaber bizlerin yaşamında her şey alışıldık seyrinde gitmektedir. Fakat Jupiter Jones için hiçbir şey asla sıradan olmamıştır. Zira doğduğundan beri tuhaf olaylara şahit olan Jupiter, hayatı boyunca bunun nedenini sorgulamıştır. Hizmetçilik yapan ve hayatını böyle kazanan Jüpiter’in başına bir gün beklenmedik bir olay gelince hayatı değişir. Kendisini ölüm-kalım savaşına sokan zincirleme olaylarda hayatına giren davetsiz misafir ise birçok sorusuna cevap bulmasına yardımcı olacaktır.
Matrix‘in yaratıcıları olarak bu tanımlamanın yıllardır ekmeğini yiyen Wachowski Kardeşler, Cloud Atlas’ı yaptıklarında yapımcılarını zaten yeterince zora sokmuşlardı. Yeniden denediklerinde de farklı sonuç alamamışlar ne yazık ki. Evet, Matrix çok iyi bir seriydi ve başarılarını takdir etmek lazım. Fakat Jupiter Ascending filmiyle ortaya konulan herhangi bir tez dahi yok. Olayların işleyişi, hikayenin anlatımı, karakterlerin gelişimi ve metnin taşıdığı mesaj izleyiciyi hiçbir noktaya vardırmıyor. Üstüne üstlük gençlik filmi seviyesinde romantik sahnelerin göze sokulması da ayrı bir sorun. Nihayetinde tüm bahsi geçen etmenler bir araya geldiğinde, gişede yaşanan hezimet de anlam kazanıyor. Ve yapıma 176 milyon dolar bütçe ayıran Warner Bros, 183 milyon dolar kazanarak hüsrana uğruyor.
Tomorrowland (2015)
Tomorrowland, dünyanın işsizlik, ırkçılık, küresel ısınma, açlık ve susuzluk gibi sorunlarla uğraştığı günümüz dünyasını alıyor kadrajına. Hakeza bu kurgusal düzlemde de kimse olumsuz sonuçları değiştirmek adına eyleme geçmiyor ve yaşananları umarsızca izlemekle yetiniyor. Kahramanımız Casey ise NASA’nın uzay programını yok etmesini durdurmak için planlanan bir roket yıkma projesini her gece sabote eden ve sisteme karşı sivil itaatsizlik yolunu izleyen biridir. Ama bir gün yakalanıp hapse atılınca asıl oyun başlar. Kaçarken emanete bıraktığı özel eşyaları arasında bir buton bulur. Bu butona dokunmasıyla da hayatı bütünüyle değişir.
Yönetmen Brad Bird birçok Disney klasiğinin de fikir babası. Giant Robot, The İncredibles, Ratatouille gibi yapımların hepsi onun eseri. Kendisi ayrıca Mission Impossible serisinin dördüncü filmi Ghost Protocol‘u de yönetmişti. Bu bağlamda hem bol aksiyonlu hem de çocuksu naifliği de barındıran bir film bulmamız gayet doğal. Nitekim Tomorrowland filminin izleyicisine takdim ettiği şey de tam olarak bu. Bilimin saf ideallerinin peşinde daha iyi bir dünya için mücadele eden insanları izlemek, bilhassa çocukların hayallerini ve geleceğe dair fikirlerini geliştirmesi bakımından önemli. Başrolde George Clooney gibi bir ismin bulunması da başka bir avantaj. Fakat tüm bunlara rağmen karşımızda gişede umduğunu bulamayan bir yapım var.
Bunun nedeniyse, serim ve düğüm bölümünde iyi ilerleyen hikayenin son bölümde dibe vurması. Zira hikayenin izleyiciye mesajını vereceği noktada sönük bir final yaşanması, anlatılan tüm hikayenin ve öne sürülen düşüncelerin havada kalmasına neden oluyor. Jeff Jensen‘ın aynı adlı hikayesinden uyarlanan yapımın belki de en büyük sorunu da zaten finalde ortaya koymakta sorun yaşadığı ‘meram’ hususu. Bu bağlamda incelendiğinde, ne kadar iyi niyetli olursa olsun niyetten öteye gidemiyor. Ezcümle, 190 milyon dolarlık bütçesine rağmen 209 milyon dolar kazanarak yapımcısının beklentilerini de boşa çıkarıyor.
Independence Day: Resurgence (2016)
20 yıl sonra uzaylıların yeniden dönmesiyle macera yeniden başlar. Dünyayı istilacı canlılardan kurtarmak genç ve cevval ekibimizin yetkin becerilerine emanet edilir. Filmin geri kalanı ise maalesef ilk filmin aynısı. Uzaylılar gelir ve bir anda işgale başlarlar. Saldırılarının motivasyonu ilkel birer oldukları için önem arz etmez. Asli husus buradan devşirilecek ve gişede para olarak tezahür edecek arkaik yaklaşımdır. Zira beyazperdeye sunulan tek şey, ilk filmin etkileyici yönlerini atıp, geriye kalanları sergilemekten ibaret. Tipik şovenist sloganlar, ezberden söylenilen yapmacık replikler, samiyetten yoksun absürt gönül ilişkileri ve yönetmen Rolan Emmerich’in alışıldık destan söyleme geleneği…
Emmerich, aslında birçok iyi yapımın yönetmenliğini yapmasıyla kendini ispatlamış bir isim. Fakat iş Hollywood’un içine girdiği kontrolsüz yeniden çekim çılgınlığının ona da sirayet etmesi hazin bir durum. 2012 filminde olduğu gibi Youtube trendi videolara benzer bir şekilde hareket eden bu akım, ele aldığı yapımların içine boşaltarak Fan Service yapımlar haline getirirler. Dolayısıyla, izleyici hayatının ve dimağının bir noktasında önemli yere sahip olan filmin yerinde basit denklemlerle bezeli bir curcuna görmektedir. Bunun yanısıra ilk filmin bomba ikilisi Jeff Goldblum ve Will Smith ikilisinden de sadece Goldblum’un olması ayrı bir sorun. İlk filmde seyirciyi kullanılan etkileyici görüntüler kadar bu ikilinin ilişkisi de etkilemişti.
Film, gişede listedeki diğer filmler kadar zarar etmez aslına bakılırsa. Yaklaşık 400 milyon dolar gişe geliriyle iyi bir netice aldığını bile söylenebilir. Fakat yapımcının Roland Emmerich’in neden umduğunu bulamadığını anlamak için ne beklediğini bilmek gerekir. Zira ilk film 1996 yılında çekildiğinde 75 milyon dolarlık bütçesine rağmen 800 milyon doları aşkın gelir elde ederek çıtayı epeyce yükseltmişti. Öyle ki, sırf Amerika’da 350 milyon dolara yakın bir gelir söz konusu Oysa devam filmi, Amerika’da sadece 103 milyon dolarda kalarak hayal kırıklığına uğratıyor. Çünkü, bilet fiyatlarının arttığı ve çekim imkanların inanılmaz geliştiği bir noktada oluşan bu tablo, yönetmenin de yapımcının da beklentilerini boşa çıkarıyor.
Valerian And The City Of A Thousand Planets (2017)
– Detaylı İnceleme –
28. yüzyıldayız. Uluslarası Uzay İstasyonu’nun (ISS) başka türlerin de katılımıyla evrensel bir statüye geldiğini görüyoruz. Alfa adıyla bilinen bu birlik zaman içinde oluşan katılımla kocaman yekpare bir ülke halini almış ve bütün türlerin bilgi birikimlerinin kolektif olarak paylaşılmasıyla gitgide gelişmiştir. Fakat birliğe bağlı Binbaşı Valerian ve ortağı Laureline’nin gerçekleştirdiği gizli bir görev sırasında işler değişir. Kişisel hırsların, yalanların ve komploların ortasında masum bir ruhun gönderdiği mesaj, tüm sırları açığa çıkaracaktır.
Yönetmenliğini ve senaryosunu Lucy filminin de yönetmenliğini yapan Fransız yönetmen Luc Besson üstlenmiştir. Besson, 5. Element ve Leon gibi kült filmlerde de yönetmenlik yapmış olmasıyla filme dair olumlu beklentiler oluşturuyor. Fakat bizzat kendisinin kaleme senaryo ne yazık ki yeterince kaliteli bir izlenim sunmuyor. Valérian and Laureline adlı kült çizgi romandan yönetmenin özgün dokunuşlarıyla uyarlanan yapım, Dane DeHaan ve Cara Delevingne‘in oyunculuğuyla iyi bir başlangıç yapıyor. Görüntülerin kullanımı, efektler ve arka planda yaratılan onca tür ve bilgilerinin titiz çalışması muazzam. Öyle bir titizlik ki, Besson koca bir kitap yazıyor evrenin şablonu için. Fakat iş hikaye anlatımına gelince ne yazık ki işler istediği gibi gitmiyor.
Hikayede Çehov‘un deyimiyle tek bir kurşunu olduğu varsayımıyla hareket etmek ve doğru zamanda o şansı kullanmak gereklidir. Bu bağlamda anlatıcının rolü, o vurucu noktaya gelene kadar hikayeyi ilmek ilmek örmek ve izleyiciyi (okuru) hazırlamaktır. Böylece yaşanan tüm olayların çözümü ve sirayeti daha kolay olacak, metne yüklenen mesaj etkili bir şekilde aktarılacaktır. Fakat Besson’ın senaryosu evrenin tüm incelikli detaylarının özenle çalışılmasına rağmen, karakterlerin geçmişine yeterince odaklanmayan bir yapıya sahip. Bu durumda doğal olarak seyircinin bağ kurması zor oluyor. Üstüne üstlük ana hikayenin yan hikayelerle sarkması da tıpkı filmdeki uzay istasyonunun kaderine benziyor. Bütçesi 177 milyon dolar olan film 225 milyon dolar gelir elde ederek yapımcısını batırmaz ama reklam bütçesi ve diğer ek kalemler de hesaba katıldığında yüzleri güldürdüğü de söylenemez.
Blade Runner 2049 (2017)
– Detaylı İnceleme –
İlk filmdeki hikayenin 30 yıl sonrasındayız. Yer altında ve şehrin banliyölerinde yoğun ve şiddetli kovalamacalar sürmekte, polis bu kendine has yapıya müdahil olarak düzeni sağlamaya çalışmaktadır. Bu polislerden biri olan K. ise genç ve atik yapısı yüzünden başını sürekli belaya sokmaktadır. Bir gün yine böyle bir durumun içindeyken aslında bilmemesi gereken ve çok büyük risk taşıyan bir bilgiye ulaşır. Şahit olduğu şeyin tetikleyebileceği felaketi önlemek içinse ilk filmden bir dostu, ödül avcısı Rick Deckard’ı bulmak zorundadır.
Amerikalı ünlü yazar Philip K. Dick‘in Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi? kitabından uyarlanan film, 1982 yılında yapılmasına rağmen Harrison Ford‘un oyunculuğu ve muazzam görüntüleriyle adeta kült haline geldi. Blade Runner 2049 da aynı çizgiden devam eden bir yapım. Fakat bu sefer yönetmenliğini Ridley Scott yerine Arrival‘ın da yönetmenlik koltuğunda oturmuş olan Denis Villeneuve üstleniyor. Bu bağlamda yönetmenin iyi bir iş çıkardığı ve ilk filmin hayranlarını tatmin ettiği rahatlıkla söylenebilir. Gerçi Türkiye’de uğradığı absürt sansürle akıllara kazınsa da, birçok yeniden çekim filmlerin yanında gayet iyi bir duruş sergiliyor. Bunda yeni filmde kadroya dahil olan Ryan Gosling ve Jared Leto’nun da etkisi var kuşkusuz. Fakat ilk film gibi Blade Runner 2049 da gişede etkisiz kalıyor maalesef. Bir lanet gibi üstlerine göçen bu gişe belası, aslında büyük çaplı bir zarara da yol açmıyor. Ama reklam giderleri ve diğer tüm ek kalem eklendiğinde, asıl bütçe olan 150 milyon doların çok daha üstüne çıkan maliyetin 250 milyon dolar gelir ile karşılanması ne yazık ki yapımcının beklentilerini boşa çıkarmaya yetiyor.
Mortal Engines (2018)
– Detaylı İnceleme –
Dünya 60 dakika diye isimlendirilen bir savaşın ardından büyük bir yıkımla yüz yüze kalır. Öylesine büyük bir felakettir ki, tüm sahip olunan imkanlar, hatta bizatihi insanlığın kendisi yok oluşun eşiğine gelir. Buna rağmen yeniden ayağa kalkmayı da başarır. Fakat artık devasa yürüyen şehirlerde yaşamaktadırlar. Bu şehirlerin en büyüklerinden biri olan Londra ise daha küçükleri yağmalayan diğerleri gibi, devamlı olarak av peşindedir. Avlayarak, “şehirci darwinizm” denilen sistemi uygularlar ve hayatta kalırlar. Fakat bir av sırasında Hester Shaw isminde bir kadının gerçekleştirdiği suikast girişimi, birçok taşın yerinden oynamasına sebep olacaktır.
İngiliz yazar Philip Reeve‘in 2001 yılında yayımladığı aynı adlı romandan uyarlanan Mortal Engines, Tolkien eserlerini de sinemaya uyarlayan Peter Jackson‘ın kişisel çabalarıyla ve desteğiyle beyaz perdeye aktarılır. Önceki filmlerde de yaratıcı kalemlerine güvendiği Philippa Boyens ve Fran Walsh ile birlikte romanı senaryo haline getiren Jackson, yönetmenlik görevini ise BAFTA En İyi Özel Görsel Efekt Ödülü sahibi ve yine Tolkien uyarlaması filmlerde birlikte çalıştığı Christian Rivers‘a emanet eder. Tüm bunların yanında her rolün adamı Hugo Weaving‘in ikonik performansı da takdire şayan. Detayları inceleme yazısında göreceğiniz film başarılı bir görüntüye sahip olsa da, anlatımla ilgili eksiklikler barındırması sebebiyle maalesef gişede arzulanan başarıyı getirmez. Jackson üzerinde yıllarca çalıştığı ve 100 milyon doları aşkın bütçe ayırdığı filmden yalnızca 83 milyon dolar gelir elde ederek, büyük bir hayal kırıklığına uğrar.
X-Men: Dark Phoenix (2019)
– Detaylı İnceleme –
X-Men ekibi şimdiye kadarki en zorlu rakibiyle karşı karşıyadır: Dostları Jean Grey. Uzayda yapılan bir kurtarma görevi sırasında Jean, bilinmeyen kozmik bir enerjiye maruz kalır. Dünyaya döndüğünde ise gücünün inanılmaz ölçüde arttığını görür. Öyle ki, dünya üzerindeki en güçlü mutant haline gelmiştir. Aynı zamanda da en tehlikelisi. Bu nedenle Jean’in yaşadığı psikolojik sapmalar ve kontrolsüz tavırları hem arkadaşlarının hem de dünyanın korkunç bir riske girmesine de sebep olacaktır.
Marvel‘ın çizgi romanlarının haklarına sahip olduğu serinin film haklarının Fox’a satılmasından sonra, 2000 yılından beri 12 adet filmle seyircisiyle buluştu. Bilhassa benim gibi 90’larda doğanların oldukça etkilendiği seride; Wolverine, Magneto ve Charles Xavier gibi karakterleri, onları beyaz perdede canlandıran başarılı aktörler aracılığıyla kolaylıkla benimsedik. Fakat Fox 2011’de çekilen First Class filmi ile riskli bir karar alarak seriyi sıfırladı. İlk üç filmin hikayesini daha geriye ve karakterlerin geçmişini işleyerek anlatmaya başladı. Bunun sonucunda aslında iyi bir başlangıç da olmuştu. Zira First Class iyi bir yapımdı ama devamında gelen filmler ne yazık ki dalgalı bir görüntü sergiledi. Disney‘in Fox‘u satın almasıyla da bugün bulunulan noktaya gelindi.
İlk seride denenen ama tutmayan Phoenix konusunda yine başarısızlığa uğrayan bir filmle karşı karşıyayız. Senaryosu dağınık ve amaçsız bir görünüm sunarak serinin hayranlarını hayal kırıklığına uğrattı. Nitekim aralarındaki birçok oyuncunun kalitesi herkesçe bilinirken, bu filmde aldıkları olumsuz eleştiriler yapımın ne denli sorunlu bir yapıya sahip olduğunu göstermekte. Fox, film için 200 milyon dolarlık devasa bir bütçe ayırır, hatta ek çekimlerle bütçe 230-250 milyon dolar aralığına kadar çıkar. Lakin gişede yaklaşık 250 milyon dolar gelir ederek, hem finalin hazin olmasına, hem de Fox’un hüsrana uğramasına sebep olur.