“Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.”
Bugün bildiğimiz çoğu spor dalının yüzlerce, hatta binlerce yıllık tarihi vardır. Örneğin dünyadaki en popüler spor olan futbolun geçmişi M.Ö. 300 yılına kadar uzanır. Her ne kadar çağdaş futbolu ilk kez İngilizler oynamış olsa da, antik Çin’de M.Ö. 300 yılında ‘ayaktopu’ tarzı bir spora rastlanmaktadır. Bu spor, futbolun atası sayılır. En popüler ikinci spor olan basketbol ise 19. yüzyıla dayanmaktadır. Olimpik sporların büyük çoğunluğunun tarihi ise M.Ö. 8. yüzyıla kadar gitmektedir. Güreş, atletizm, yüzme ve atlı sporların da yine bin yılı geçkin geçmişleri vardır. Elbette o günlerden kalan, başta gladyatör dövüşleri gibi özellikle hayati tehlike içeren ya da rakibini öldürmeyi amaçlayan spor dalları günümüzde artık yok.
Ancak gelişen teknoloji, giderek değişen yaşam tarzı ve uygarlıktaki ilerlemeler ile elbette yeni spor dalları da ortaya çıkmıştır. Bu spor dallarının bazıları eski sporların adeta güncellenmiş hâlleri gibiyken, bazıları da tamamen sıfırdan yaratılmıştır. Bilimkurgu filmlerinde, özellikle de öyküsü gelecekte geçenlerde geleceğin olası uygarlık yapısını, toplumsal, politik düzenini ve olası gündelik yaşamını görürüz. Peki bilimkurgu filmlerinde sporun ve spor karşılaşmalarının geleceği nasıl aktarılıyor? Gelecekte ne gibi spor dalları olacağı öngörülüyor? Hadi gelin, spor konulu bilimkurgu filmlerine bir göz atalım…
Rollerball (1975)
Geçenlerde hayata veda eden James Caan’ın başrolünde oynadığı bu kült film, spor konulu bilimkurgu filmleri içinde belki de bir numaradır. Amerikan futbolunun top yerine gülleyle oynandığını, oyuncuların çember şeklinde bir sahada patenle kayarak, motosikletlilerden kaçarak ve elbette rakiplerine tekme tokat girişerek gol atmaya çalıştıklarını hayal edin…
Dünyayı şirketlerin yönettiği bu distopik filmde, toplumu uyutmak ve insanların içlerindeki isyan duygusunu bastırmak için bu spor icat edilmiştir. Ancak James Caan’ın canlandırdığı Jonathan karakteri adeta bu sporun Cristiano Ronaldo’su olmuştur ve popülerliği tehlikeli bir noktaya ulaşmıştır. Devrimci ve eşitlikçi fikirlere sahip Jonathan’ın bir kanaat önderine dönüşüp insanları çevresinde toplama potansiyeline sahip olması, şirket yöneticilerini korkutmaktadır.
Death Race 2000 (1975)
Rollerball ile aynı tarihte çekilen Death Race 2000 de yine distopik bir gelecekte geçmektedir. Bu kez araba yarışları yapılmaktadır. Ne var ki bu araba yarışlarında tek rakip diğer sürücüler değildir. Arabalara tepeden bombalar yağdıran uçaklar da vardır. Bu yarışta bir diğer amaç da yayaları ezerek öldürmektir. Yayaların yaşına göre farklı puanlar toplayan sürücüler, türlü silahlarla donatılmış araçlarıyla birbirini öldürmeye de çalışır.
David Carradine ve Sylvester Stallone’nin başrolünü paylaştığı Death Race 2000’de de, tıpkı Rollerball’da olduğu gibi yarışmacılardan birinin diğer amacı da şampiyon olup elde edeceği popülariteyi kullanarak bir devrim başlatmak ve başkanı devirmektir. Bu yüzden yarışı mutlaka kazanmalıdır. Ancak onun bu planından haberdar olan devlet başkanı da yarışı kazanmaması için gerekli ayarlamaları yapmıştır.
Deathsport (1978)
Efsane yapımcı Roger Corman imzalı ve başrolünde yine David Carradine’ın oynadığı filmde, bu kez lazer silahlar döşenmiş motosikletler vardır. Yine distopik bir gelecek ve yine kazanmak için rakibini öldürmek zorunda olan yarışmacıların olduğu bir spor.
3000 yılının dünyasında, yeni teknoloji savaş motosikletlerini denemek için en iyi sürücülerden oluşan bir ekibin yarışması istenir. Ayrıca, bu sürücüler yaklaşan diğer sürücüleri kılıçlarla da öldürebilecektir. Orta çağ şövalyelerinin at üzerinde yaptığı karşılaşmaları, geleceğin dünyasında motosikletler üzerine taşıyan bu film de ilerleyen yıllarda kült olmuştur.
Mad Max: Beyond Thunderdome (1985)
Geleceğin post-apokaliptik Avustralya’sında yolu bir kasabaya düşen Max, esir alınır ve kendini bir anda arena dövüşçüsü olarak bulur. Arenada şampiyona karşı dayanabildiği kadar dayanıp izleyicileri eğlendirmesi beklenmektedir. Ne var ki Max dövüşü kazanır ve artık hem dövüş oyunlarının organizatörü hem kasabanın kraliçesi hem de kasabadan kaçmaya çalışanlar Max üzerine farklı planlar yapmaya başlar.
Avustralya sinemasının medarıiftiharı Mad Max serisinin Hollywood’a transfer olduğu film budur. Kadrosuna dönemin popüler şarkıcısı Tina Turner’ın da eklendiği film, ilk ikisi kadar beğenilmese de Hollywood’un gücünü arkasına alması dolayısıyla serinin en pahalı ve en çok hasılat getiren yapımı olmuştur.
The Running Man (1987)
Stephen King’in Richard Bachman mahlası ile yazdığı aynı adlı romandan uyarlanmıştır. Başrolünde Arnold Schwarzenegger’in oynadığı filmde, haksız yere bir suçla itham edilen polis memuru Ben Richards, özgürlüğünü kazanmak için filme adını veren spor karşılaşmasına katılmak zorundadır. Peşindeki katillerden kaçarak ve elbette zaman zaman onlarla dövüşerek arenadan çıkması gerekmektedir.
Romanı ile arasında büyük farklar vardır. Romanda, yarışmaya borçlarından dolayı katılan bir öğretmen anlatılır. Üstelik bu öğretmen öyle Arnold Schwarzenegger gibi kalıplı ve güçlü de değildir. Stephen King, senaryonun bu derece değiştiğini ve hele de başrolünde Arnold’un oynayacağını duyunca çıldırmış ve filmin yönetmeni Paul Michael Glazer ile bağıra çağıra tartışmıştır. O dönemde sonuçtan memnun kalmış mıdır bilinmez ama aradan geçen yıllardan sonra film kült mertebesine ulaşınca belki artık filme biraz daha ılımlı yaklaşıyordur.
Salute of the Jugger (1989)
Salute of the Jugger, pek çok sinema otoritesine göre gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu filmi olan Blade Runner’in senaristi David Webb Peoples ile aynı filmin Roy Batty’si Rutger Hauer’i yeniden bir araya getiriyor. Bir diğer adı da The Blood of Heroes olan filmde, yine post-apokaliptik bir dünyadayız.
İnsanların kabileler hâlinde yaşadığı ve kabilelerin yalnızca spor karşılaşmaları için bir araya geldiği dünyada, bu kez sporumuz Amerikan Futbolu. Ancak bu futbolda top yerine köpek kafatası kullanılıyor. Ayrıca oyuncular birbirlerine yalnızca omuz atmıyor; bıçaklarla birbirlerini yaralayıp oyundan düşürüyor.
Aşırı vahşi ve kötümser havası nedeniyle film tutmamıştır ve büyük zarar etmiştir.
Arena (1989)
Bu filmimizde post-apokaliptik ya da distopik bir gelecek mevcut değil. Hatta insanlık uzay çağını yakalamış ve diğer gezegenlerdeki uygarlıklarla ilişki de kurmuştur. Bu ilişkinin bir ayağı da spordur. Ancak bu spor, çok kanlı ve vahşidir.
İnsanlar, filmdeki çoğu uzaylı türüne göre daha zayıf olduğu için bu turnuvayı hep kaybetmektedirl. Ta ki Steve Armstrong adındaki bir dövüşçü karşısındaki dev cüsseli, pençeli ve sivri dişli uzaylıları birer birer yere serip turnuvayı kazanana kadar…
Futuresport (1998)
Televizyon için çekilmiş bir filmdir. 2025 yılının dünyasında uluslararası birlik, Futuresport denilen bir spor dalıyla sağlanmıştır. Uçan kaykaylar ile Rollerball tarzı bir oyunun oynandığı bu filmde de tıpkı 70’li yılların filmlerinde olduğu gibi siyasi göndermeler ve devrimci mesajlar verilmek istenmiştir.
Ne var ki çok şey anlatayım derken hiçbir şeyi tam olarak anlatamayan sıradan bir TV filmi olarak kalmıştır.
Real Steel (2011)
Yakın gelecekte en önemli spor dallarından biri de bokstur. Ancak bu boksu insanlar değil robotlar yapmaktadır. Wolverine rolüyle gönlümüzde taht kuran Hugh Jackman, Charlie Kenton adında bir robot boksör operatörünü canlandırmaktadır. Max adlı dahi bir çocukla gücünü ve zekasını birleştiren Kenton’ın, dünya şampiyonluğuna giden yolunu birlikte kat ederiz.
Karate Kid filminden bu yana gelen spor filmlerinin klasik ‘önce başarısız oldu ama sonra çok çalıştı ve basamakları birer birer çıkıp başardı‘ matematiği bu filmde de vardır. Ancak bu kez başarılı olan sporcumuz bir robottur.
The Hunger Games (2012)
70’li yıllardaki spor filmlerinin siyasi göndermelerle dolu alt metinlerini 2000’li yıllara taşıyan bir film serisinin ilk filmidir. Suzanne Collins’in aynı adlı romanından uyarlamadır. Geleceğin dünyasında ABD, Kanada ve Meksika, Panem adında yeni bir ülke olarak birleşmiştir ve 12 bölgeden oluşmaktadır. Her yıl bu bölgelerden ikişer genç The Hunger Games adlı son derece tehlikeli ve ölümcül bir spor yarışmasına katılmak zorundadır. Filmde ünlü oyuncu Jennifer Lawrence, kardeşinin yerine yarışmaya katılan ama sonrasında yalnızca yarışmayı kazanmakla da kalmayıp bir devrimi başlatan Katness Everdeen’i canlandırıyor.
Görüldüğü gibi gelecekteki spor konulu filmlerde, sporların çoğu kez şiddete dayalı olduğunu ve galiplerinin de bir şekilde devrim yaptıklarını görüyoruz. Gerçek yaşamda gladyatörlük gibi kanlı sporlar artık yapılmasa da, bilimkurgu filmlerinde bu gelenek devam ediyor. Hatta her şampiyon adeta bir Spartaküs’e dönüşerek isyan ve devrim yapıyor. Dolayısıyla spor konulu çoğu bilimkurgu filminin aslında Spartaküs dönemi Roma’sını geleceğe taşıdığını söyleyebiliriz.