Düşünmeye başladığımızdan beri sonumuzun nasıl geleceğini hep merak ettik. Kıtlık, kısırlık, salgın, aşırı üreme, küresel ısınma, göktaşı ya da bir uzaylı istilası… Sonumuzu getirebilecek felaketler listesi bir hayli uzun. Öteden beri insanlığın zihnini kurcalayan bu mesele, bilimkurgu filmlerinin de sayısız kez ana teması olarak varlık buldu. Çünkü film yapımcıları, sessiz sinema günlerinden bu yana felaket anlatılarının gişede iyi iş yaptığını biliyordu. Bu ticari potansiyelin hayal gücü ve merakımızla birleşmesi sonucu, önümüze birbirinden ilginç filmler konuldu. Bazısı korkutucu, bazısı uyarıcı ve bazısı da düşündürücüydü.
Şimdi gelin sinema tarihinde tedirgin edici bir yolculuğa çıkalım ve sonumuzun nasıl geleceğini anlamaya çalışalım. İşte karşınızda dünyanın sonu temalı 10 izlenesi film…
When Worlds Collide (1951)
David Randall yetenekli bir pilottur. Bir astronomdan diğerine gizemli fotoğraflar ulaştırmak için tutulmuştur. Alıcı Dr. Hendron, gönderenin bulgularını doğrular: Bellus yıldızı Dünya’ya çarpacak ve tüm insanlık yok olacaktır. Dr. Hendron’a ulaşan iki yardımsever, Bellus’un yörüngesindeki Zyra’ya gidebilmek için kendisinden bir roket tasarlamasını ister. Çarpışma nihayet bir monitör ekranına yansıdığında ise Dünya’nın Dante’nin cehennemi gibi yandığı görülür.
Anlatı ve bilimsel gerçekliklere uyum konusunda eksikleri bulunan film, özel efektler -bilhassa da Times Meydanı’nın gelgit dalgasıyla sular altında kalması- söz konusu olduğunda izleyenleri ikiye bölmeyi başarıyor. Kimisine göre kült, kimisine göreyse absürt. Karar sizin.
On the Beach (1959)
On the Beach, nükleer savaşın sürmekte olan etkilerini ölümü bekleyen bir grup şehir insanı ve askerler yoluyla ortaya koyuyor. İnsandaki yıkıp yok etme güdüsünün içselliğini vurgulayan film, dolayısıyla bu güdünün değiştirilmesinin zor olduğuna da dikkat çekiyor.
1964 yılında çıkan nükleer savaş, kuzey yarımküredeki nüfusun tamamını ortadan kaldırmıştır. Füzeler düştüğünde görevde olan bir Amerikan denizaltısı Avustralya’da demir atar. Burası henüz felaketin ulaşmadığı bir yerdir, ama radyoaktif bulutların gelip hayatı yok etmesi an meselesidir. Avustralyalılar yaklaşan ölüme değişik tepkiler verir. Kimisi isyan eder, kimisi hükümetin dağıttığı haplarla intiharı seçer. Yağmurların kuzey yarımküredeki radyasyon bulutlarını etkisiz hâle getirdiği umudu ortaya çıktığında ise denizaltıdaki Amerikalılar kendilerine ulaşan zayıf radyo sinyallerinin izinden giderek San Diego’ya doğru yola çıkar. Nevil Shute’nin romanından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda Stanley Kramer oturuyor.
Dr. Strangelove (1964)
Stanley Kubrick‘in kara komedisi, sakinlerinin kendilerini yok etmeye kararlı göründüğü bir dünyada giderek daha anlamlı görünüyor. Soğuk savaşa alternatif bir bakış açısı sunan filmde çılgın general Jack D. Ripper, saçma sapan bir gerekçeyle SSCB’ye sürpriz bir nükleer saldırı yapmaya karar verir. Bu esnada Amerikan Başkanı, Pentagon’daki danışmanlarıyla bir toplantı yaparak durumu değerlendirmektedir. Savaş yanlısı General Turgidson, bu durumun komünizmle hesaplaşmak için güzel bir fırsat olduğu görüşündedir. Ancak Rus büyükelçisi DeSadesky, Amerikan makamlarına ellerindeki Kıyamet Makinesi’nden bahsettiğinde ve Başkan’ın danışmanlarından eski Nazi bilim insanı Dr. Strangelove da buluşun varlığını onayladığında durum iyice tehlikeli bir hâl alır.
Film boyunca dikkate değer ilk tema caydırıcılık fikridir; karşılıklı yıkım korkusunun topyekûn savaşı önlemek için yeterli olacağı umulur. Dr. Strangelove’un belirttiği gibi, “Caydırıcılık, düşmanın zihninde saldırı korkusu üretme sanatıdır.” Bu arada, Dünya’yı tehdit eden Kıyamet Makinesi’nin mucidi, kıyamet fikrini cinsel açıdan uyarıcı bulduğunu belirterek hepimizi dumur etmeyi başarır.
The Quiet Earth (1985)
Zac Hobson (Bruno Lawrence), Flashlight Projesi üzerine çalışan bir bilim adamıdır. Dünyanın etrafını saracak yeni bir enerji dalgası üzerine deney yapan Hobson, bir sabah uyandığında kendisini sessizliğin ortasında bulur; etrafta yaşayan tek bir canlı kalmamıştır. İşyerine gittiğinde, Flashlight Projesi’nin tamamlandığını anlar.
Delilik krizleri ve kendine acımanın getirdiği umutsuzluk, yavaş yavaş yeni bir yaşam tarzına dönüşür. Zac, hayatta kalan iki kişiyi daha keşfettiğinde -bir erkek ve bir kadın- The World, the Flesh and the Devil (1959) filmindeki aşk üçgeninin yeniden gösterimine gidiyor gibi hissederiz. Ancak Murphy’nin filminde doğanın müthiş güzelliği ve yıkıcı potansiyeli ıssız bir kumsalda doruğa ulaşınca işler değişir. Filmin belirsizliği bazı izleyicileri çileden çıkarabilir, ancak Yeni Zelanda’nın ıssız sokaklarındaki ürkütücü sayılabilecek etkili mekân çekimleri, günlük hayatın durduktan sonraki zamanına dair bize güçlü fikirler veriyor.
The Sacrifice (1986)
Alexander gazeteci, oyuncu ve filozoftur. Yakında gerçekleşecek olan doğum gününde tüm aile bir araya gelecektir. Bu doğum günü, Alexander ile oğlu arasında geniş kapsamlı bir diyaloğun başlamasına sebep olacaktır, ancak vakit akşam olmaya başlayınca alacakları nükleer savaş haberi, bu kişisel hesaplaşmayı başka bir boyuta taşıyacaktır. Dehşete kapılan Alexander, Tanrı’ya yakaracak ve olacakları önlemek adına sahip olduğu her şeyden vazgeçebileceğine yemin edecektir.
Sinemanın en büyük ustalarından Andrey Tarkovski‘nin bu sinemaya veda filmi, yalnızca kıyamet olasılığını değil, aynı zamanda kıyametin ortaya çıkmamasının sonrasını da ele alıyor. Bu nedenledir ki The Sacrifice, materyalizme teslim olmuş, ruhsal açıdan çökmüş insanlığa Tarkovsky’nin vasiyeti niteliğinde.
When the Wind Blows (1986)
Raymond Briggs‘in çizgi romanından uyarlanan When the Wind Blows, yaşlı çift Jim ve Hilda’nın nükleer savaş esnasında günlük hayatlarına konuk oluyor ve tam bir İngiliz kıyameti sunuyor. ‘Koru’ ve ‘Hayatta Kal’ ilkesinden yola çıkarak pencerelerini boyuyor, kendilerine bir ‘iç çekirdek’ inşa ediyorlar. Çift, füzeler çarptığında hayatta kalacak ve umutsuzluğa kapılmaktansa gündelik rutinlerini sürdürmeye devam edecektir.
Jimmy Murakami’nin basit ama zarif bir şekilde animasyonlaştırdığı yapım, ilgilendiği konuların sınırlı olmasından dolayı nükleer kıyamet hakkında yapılmış en kasvetli, en yürek burkan filmlerden biri. Çiftin kahramanlığı ise yaklaşan trajediye rağmen gösterdikleri mütevazı cesarette ve sevgilerini sürdürebilmelerinde gizli.
Last Night (1998)
Last Night, dünyanın sonunu konu alan filmler arasında belki de en sessiz olanı ve abartılı özel efektler yerine davranış ve ilişkilerin doğal bir incelemesini sunuyor. Neden sonun yakın olduğunu bilmiyoruz ama bir grup karakterin dünyadaki son gecelerini çeşitli şekillerde geçirdiğine tanıklık ediyoruz. Bazı insanlar aileleri ile olmayı tercih ederken bazılarıysa yalnızlığı seçiyor. Bazıları umutsuzluk içinde debelenirken bazılarıysa cinselliğe yöneliyor ya da kendini müziğe bırakıp anılarda teselli buluyor.
Olağanüstü performanslar, kendimizi bu normal insanların yerine koymamıza yardımcı oluyor. Umutsuzluğun pençesine düşmek, dokunaklı olduğu kadar ilham verici de. Aşkın beklenmedik bir şekilde umutsuzluğu yendiği ve kalabalığın nihai yıkımı kutladığı final sahnesi ise tuhaf bir şekilde moral verici.
Donnie Darko (2001)
Richard Kelly‘nin ilk filmi, bize 1980’lerin sonunda geçen bir hikâye anlatıyor. Donnie Darko adında 16 yaşında bir genç, bazı gerçek olmayan görüntüler görmeye başlar. Özellikle de sık sık tavşan kostümlü bir adam belirir. Çevresiyle uyum sorunu yaşayan genç, ailesinin ve okulun kendisi için çizdiği yoldan ayrılıp dünyanın 28 gün içinde sona ereceğini söyleyen esrarengiz misafirinin izinden gidecektir. Bu ise Donnie’yi, zaman yolculuğunu da içeren keşif dozu yüksek bir yolculuğa sürükleyecektir.
Filmde dünyanın sonu beklenen şekilde gelmez. Anlatılan kesinlikle kişisel bir felakettir ve Graham Swift’in Waterland adlı romanında da dendiği gibi, “Dünya üzerinde yaşayan insan sayısı kadar farklı son vardır.”
Melancholia (2011)
Lars von Trier‘in filmi, Dünya’ya çarpacak olan gezegen kadar depresyon ve aile ilişkileriyle de ilgili. Bu türden beklediğimiz tüm histeri ve yaklaşan felaket, film boyunca rolleri değişen kız kardeşler Clare ve Justine’e acı verecek derecede yakından bakmamıza neden oluyor. Birbirlerinden bir hayli farklı karakter özelliklerine sahip olan kız kardeşler, bir gezegen çarpışmasının arifesindeler ve bir yandan yaklaşan kıyamet gerçeğiyle diğer yandan da ailevi travmalarıyla başa çıkmaya çalışıyorlar.
Filmin hemen başında, sonunda ne olacağını görüyoruz ve bu bilgi, tasvir edilen olayların üzerine ironik bir gölge düşürüyor. Filmde komik anlar kadar yaralayıcı anlar da var. Kirsten Dunst ve Charlotte Gainsbourg, kız kardeşler olarak inanılmaz bir performans sergiliyor ve kıyamet sahnesi de opera sanatçısı Richard Wagner’in sesinden duyduğumuz Tristan und Isolde ile vahşi bir güzelliğe bürünüyor.
The Road (2009)
Amerika yangın yeridir. Doğal felaketler sonucunda Amerika kıtasında yaşayanların neredeyse hepsi ölmüş, hayvanlar ve bitkilerse yok olmuştur. Hayatta kalmayı başarmış az sayıda insan ya açlıktan ölmekte ya da yamyamlara yem olmaktadır. Bu koşullara daha fazla dayanamayan karısının intiharı sonrasında kahramanımız, yanına oğlunu da alarak güneye, okyanus kıyısına doğru zorlu ve uzun bir yolculuğa çıkar. Ancak bu yolculuk birçok tehlikeye gebedir…
Cormac McCarthy’nin romanından beyaz perdeye uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda John Hillcoat bulunuyor. Baba rolünde Viggo Mortensen’i, oğul rolünde ise Kodi Smit-McPhee’yi görüyoruz. Yine Charlize Theron da yardımcı bir rolle karşımıza çıkıyor. The Road, bir bilimkurgu filmi olmasına rağmen Western tutkunlarına da göz kırpmayı ihmal etmiyor.
Kaynak: British Film Institute