Zaman yolculuğu son dönemde bilimkurgu sinemasının en fazla ilgi duyduğu tematik başlık diyebiliriz. Bu bir yanıyla normal çünkü zor anladığımız bir fenomendir zaman. Zamanı gündelik yaşamda mekân ve mekândaki nesnelerin değişimiyle kavrıyor, hissediyoruz, ancak zaman bunlardan çok daha fazlası. Bunun yanı sıra içinde bulunduğumuz şu günler, çok çeşitli ekonomik, siyasal, pandemik sorunların daha da belirginleştiği, sık sık umutsuzluğa düştüğümüz bir dönem olduğu için zamanı anlamak modern toplumsal yaşamın “metaverse”e doğru göçe hazırlanan bireyleri nezdinde hâlâ en heyecan verici konu.
Netflix’te 11 Mart 2022’de vizyona giren The Adam Project filmi de temelde bir zaman yolculuğu macerasını merkezine alıyor. 2050 yılında insanlık distopik bir gelecekte yaşamaktadır. Zaman yolculuğunu finanse eden Maya Sorian (Catherine Keener), geleceğin tek hükümdarıdır. Adam Reed (Ryan Reynolds), Maya tarafından öldürüldüğünü düşündüğü eşini kurtarmak için zaman yolculuğu jetini çalar ve 2018 yılına gitmeye çalışır. Ancak yanlışlıkla 2022 yılına ulaşır ve jeti ağır hasar alır. Tek çaresi 12 yaşındaki çocukluğundan (Walker Scobell) yardım almak, sağlığına kavuşmak ve görevini tamamlamaktır.
Aslında Adam’ın bütün yaşamı travmatiktir. Küçük Adam babasını yakın zamanda araba kazasında kaybetmiştir. Okuldaki arkadaşları tarafından sürekli zorbalık görmektedir ve annesiyle de arası pek iyi değildir. Orta yaşlı Adam geçmişi değiştirmek istemese de, travmatik çocukluğunu az buçuk telafiye girişir. Sonunda iki Adam zaman yolculuğu yaparak babalarının hâlâ yaşadığı 2018 yılına gider. Louis Reed (Mark Ruffalo) hâlâ zaman yolculuğu için deneyler yapmakta, zaman makinesinin çalışması için gerekli algoritmaları yazmaktadır. İnsanlığın kurtuluşu ise zaman makinesinin yok edilmesine bağlıdır. Ancak Maya Sorian onları engellemeye ve gelecekteki iktidarını sürdürmeye kararlıdır. Peki kahramanlarımız ne yapacaktır?
Konusundan anlaşılacağı gibi filmimiz zaman yolculuğuna karşı mesafeli bir yapım. Biraz da bugünün korkularının yansıması olarak, şirketler tarafından kontrol edilen bir geleceğin ne kadar kötü olabileceğine dair kaygıları güçlendiriyor. Bilimkurgu sinemasında “çılgın bilim insanları”ndan sonra en fazla kötülük timsali olarak beliren “çılgın şirket yöneticileri”, filmin kötü kahramanını adeta cisimleştiriyor. Güç zehirlenmesine tutulan kötüleri bertaraf etmek için gerekli olan şey ise dengeleri yeniden sağlamaktan geçiyor. Filmin öne çıkardığı bu fenomen, zamanımızla ilgili olarak oldukça gerçekçi kaygıların bir dışavurumu gibi.
İkinci unsur, gelecekteki geçmişimiz olarak içinde yaşadığımız bu çağ, travmatik deneyimin merkezindedir. Bu travmaya aslında “babanın yokluğu” damgasını vurur. Kahramanımız orta yaşlı Adam’ı “maceraya çağıran” sevdiği kadın Laura (Zoe Saldaña), filmin çok da merkezinde değildir aslında. Kahramanımız bir nevi eşinin yokluğunu hissederek, bunun ifade ettiği diğer travmatik deneyimiyle yüzleşme olanağı bulur. Adam’ı asıl yaralayan, babasını kaybetmiş olmanın getirdiği yokluk duygusuyla nasıl baş edeceğini bilememesidir.
Babasına karşı nefretini biriktirmesi, aslında bu travmatik deneyimi bir türlü aşamamasındandır. Psikanalitik açıdan, kastrasyon tehdidi altında olduğu gelecekten kurtulmaya çalışır. Bu nedenle kahramanın sevdiği kadınla yeniden ilişki kurabilmesi aslında bu travmatik yokluk deneyimiyle yüzleşmesi ve babasıyla “barışması” yoluyla olacaktır. Böylece sadece bilimkurgu ve Hollywood’da değil, bütün mitolojik anlatılarda da “yokluğu acı, varlığı bin bir türlü dert kaynağı” baba ile anlamlı bir ilişkinin tesis edilmesi, zamanın mekânsallaşan arka sokaklarında yolculuk vasıtasıyla gerçekleşecek gibidir.
Zaman ve mekân birbirinden kopartılamadığı için her zaman yolculuğu eninde sonunda mekânda yolculuk olarak karşımıza çıkar. Bununla birlikte bilimkurgudaki kült mertebesine ulaşan yapıtlar, örneğin Arrival (Geliş, Denis Villeneuve, 2016), sonunda dikkatini zamanı deneyimleme ve onu ifadelendirme biçimimiz olan dile yoğunlaşır. The Adam Project ise bu konudaki “vasat” yapımların ortak özelliği olarak mekâna vurguyu öne çıkarıyor.
Zaman yolculuğu varsa bunun belki dolaylı sonucu mekânın bir tür üst üste binmesi, her edimin zaten çoktan gerçekleştiği bir zamansızlık olacaktır. Travmatik deneyim bu biçimiyle asla telafi edilemez; ya yeni bir duruma geçiş için acılı bir deneyim sunar ya da mevcut evreni yadsıyıp bizi yeni paralel evrenlere gönderir. Filmimiz ise heyecanlı ve bol aksiyonlu öyküsünde ne geleceği ve onun distopik dünyasını tam olarak betimleyebiliyor ne de zaman algımızı ya da sezgimizi zenginleştirecek bir dil kullanabiliyor.
Film aslında eğlenceli. Zaman yolculuğu yapıp kendi küçüklüğümüze bazı kullanışlı tavsiyeler vermenin özgül hazzını yaşatıyor. Hatta bir adım ileri gidip haşarı çocukluğundan birkaç küçük güzel tavsiye almak kahramanımızı daha da iyileştiriyor. Buna karşın geleceği kurtarmak adına teknik yetkinlik ya da bilimkurgunun “özel novum”unu, yani yeniliği yok etmeye çalışmak, metaforik açıdan söylersek dili yadsımak, belleği askıya almakla aynı şeydir. Travmayı aşmak için duygulanımın, duyguları dışa vuran eylemlerin, örneğin sarılmanın, idrake neden olacak biçimde konuşmanın ve diyaloğun çok özel yeri vardır. Buna karşın tam da yok edilmeye çalışılan şey bu deneyimi bize sunduğu için, filmin zaman korkusunun belki de onun en zayıf noktası olduğunu söyleyebiliriz.
Zaman duyumunun iyileşmesi, alternatif gerçekliklere kapıyı kapatmadan ve yıkıcı bir gerileme yaşamadan yeni yolculuklara açık olmaktan geçer. Dolayısıyla The Adam Project, ne yazık ki zaman duyumu ve algımıza yeni bir şey katamıyor.