Uzayda Bir Hercule Pairot Hikâyesi: Lifepod

2169 yılının Noel gecesi, GFC Terrania adlı uzay gemisi yüzlerce yolcusuyla gezegenlerarası seyahat yapmaktadır. Her şey normaldir, tüm gemi kutlamalarda sevinç içerisindedir. Fakat beklenmedik bir gelişme kutlamayı kabusa çevirir. Gemide yaşanan şüpheli patlamalarla neredeyse bütün yolcular hayatını kaybeder, kalanlar ise yaşam kapsüllerinden birine binerek uzaklaşır. Uzayda, kısıtlı kaynaklarla bilinmeze doğru bir yolculuktur bu… Asıl felaketse sanılanın aksine bu noktadan sonra başlar. Kurtulduklarını sansalar da şüpheli olayların ucu onlara kadar uzanır ve her birini ölüm-kalım mücadelesine iter.

Alfred Hitchcock‘un 1944 yapımı Lifeboat‘undan esinlenilerek çekilen filmin teması denizde hayatta kalma mücadelesinin uzaya taşınması. Edebiyatta ve sinemada sıkça rastlanan “ne olursa olsun hayatta kal” temalı bir yapımla karşı karşıyayız. Arthur C. Clarke‘ın Homer’in Odyssey’ından yola çıkarak 2001: Bir Uzay Macerası‘nı kaleme alması ve sonrasında Kubrick’in uyarlamasına benzer bir süreç. Bir başka deyişle, insanın hikayesini bağlamını değiştirerek farklı yönden anlatmak. Diğer yandan Hitchcock’un filmlerindeki gerilim de yansıtılmaya çalışılmış. Kapsülde yaşananlar, belirsizlik ve müziklerin eşliğiyle ağır aksak gerilen seyirciyi her türlü uyarana açık hale getiriyor. Ridley Scoot’ın Alien’ını da akla getirmiyor değil aslında. Neticede düşmanın şekli ya da formu değişse de yaşanan ve yaşatılan insan benzer. Geçmiş, gelecek yalnızca algılanan mekana bağlı bir yorum…

Homer insanın doğasına şöyle ışık tutar: “Biz yeryüzündeki insan soyları, kolay kaptırırız öfkeye kendimizi.” Uzayda, açık denizde veya ıssız bir adada; nerede olursa olsun yaşamak için mücadele etmek gerekir. Kimi zaman dış etkenlerle, kimi zaman da iç buhranlarla. Dengeyi sağlamanın ne denli güç olduğunu böyle anlarda anlamak mümkündür ancak. Hikayeler, anılar anlatılır; acılar ve birbirine merhamet gösteren insanlar tek vücut hale gelmeye çabalar. Fakat zincirin bir halkası hasarlı ya da kusurluysa şayet, hepsini etkiler. Narin bağlar kopuverir aniden. Ve hepsinden öte, anlam atfedilen tüm değerler yük haline geldiğinden kolaylıkla baştan savılır ve yerini kişinin anlık faydasını sağlayacak güdülemeye bırakır.

Sineklerin Tanrısı romanında William Golding insanın kendisini keşfiyle ilgili net bir cümle kurar: “Belki… bir canavar vardır… Belki o sadece biziz.” Zorluklar ve yokluklar karşısında koşulların getirdiği baskı insanın maskeler ardına gizlediği ne varsa ortaya dökmesine yol açar. Dışarıdan son derece düzgün görünen, iyilik timsali kişilerin bir anda tanınamayacak kadar değişmesine sebep olur. Yapmasının mümkün olmadığı şeyler yapar, aklının ucundan geçmeyecek sözler söyler. Hatta ölümü bir seçenek olarak aklının ucundan geçirmezken, acımadan cinayet işleyebilir. Zira, öldürmeyenin ölümle yüzleşeceği zorlu şartlarla karşı karşıyadır.

Bir televizyon yapımı olan Lifepod’un tüm hikayesi bu bağlantı üzerinden yürümekte: Değişen kişilikler ve bilinmeyen sürprizler…  Gizemli olaylarla ve devamlı yükselen gerilimle, izleyici polisiye romanların klasik tekniğinin içine çekilir; bir noktaya iyice odaklanması sağlanır ve aslında olacaklar diğer taraftadır. Ama aksaklıklar akıcılığı zorlaştırıyor. Çünkü, girişte metnin okura sirayeti için gerekli ön hazırlık yapılmadığından bir anda kaosun ortasına düşülmesine, böylelikle izleme serüveninin yarıda kesilmesine sebep oluyor. Haliyle hikaye anlatımının temel kuralı çiğnenmiş oluyor: Devamlılık.

Geleceğe dair çıkarım ve yaklaşımlar da başarılı diyemeyiz maalesef. Zira, robotik uzuvların bulunduğu bir çağda hediye olarak sunulan metanın anakronik hali tezat barındırıyor. İnsanın özü her dönemde aynı olsa da değişen imkanların ortaya çıkarması muhtemel farklılıklar iyi işlenmeli. Bilimkurgu yazarları kahin olmasa bile, geleceğe dair öngörülerinin akla yatkınlığı ve şekilleri değişse dahi prensip anlamında gerçeğe yakınlığı metnin kalitesini belirler. Lifepod’u Lifeboat’tan ayıran ve Hitchcock’un etkisini hissettiren en önemli etken de bu.

Filmin Lifeboat’tan farkı bilimkurgu türüne dahil edilmesi. Fakat maalesef türün öğeleri dekordan öteye geçemiyor. Bunun yanı sıra karakter derinliği de hakkı verilmeden işlenmiş durumda. 1993 yılında yapılmış olması görsel olarak yeterince güçlü tablo oluşturulmasına mani olabilir, buna diyecek söz yok. Nihayetinde televizyon yapımı olduğundan bütçesi de yeterli olmayabilir. Yine de tek mekanda geçen filmlerde tercih edilen kimi tekniklerle aşılabilecek bu sorunun çözülmemesi izleme keyfini azaltan diğer bir etken.

Velhasıl, uzayda bir Hercule Pairot hikayesi olan ve konusu itibariyle birçok başka film ve kitabı çağrıştıran Lifepod vasat bir yapımdan öteye geçemiyor.

Yazar: Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et