The Substance, Türkçe adıyla Cevher, hem kadınlık hem de yaşlanma üzerine sert bir eleştiri sunmayı hedeflerken, “cevher” gibi parıldayan bir dış yüzeyin altında çelişkilerle dolu bir yapı barındırıyor. Film, toplumsal güzellik standartlarını sorgularken bir yandan da eleştirdiği bu standartlara görsel bir şov sunarcasına hizmet ediyor. Modern güzellik endüstrisinin karanlık yüzünü sembolik bir maddeyle ortaya koyan yapım, bu maddenin gerçek anlamda bir cevher mi yoksa bir illüzyon mu olduğunu tartışmaya açıyor. Ancak, derinlikli bir mesaj ile yüzeysel bir gösteri arasında gidip gelen anlatısı, filmin kendi eleştirisini gölgeleyen bir paradoks yaratıyor. Coralie Fargeat’ın The Substance filmi, kadınlık, yaşlanma ve toplumsal baskılar üzerine cesur ama tartışmalı bir eleştiri niteliğinde. Ana karakter Elisabeth Sparkle (Demi Moore), yaşlanmanın bireysel ve toplumsal boyutlarıyla yüzleşiyor, izleyiciyi toplumun kadın bedeni üzerindeki sınırsız beklentilerini sorgulamaya davet ediyor. Elisabeth, 50 yaşına bastığı gün kariyerinden koparılıyor ve yaşının artık “uygun” görülmediği bir dünyada var olmaya çalışıyor. Ancak, film bu eleştiriyi derinlemesine işlerken bir yandan da eleştirdiği sistemin unsurlarını yeniden üretiyor.
The Substance, kadın bedenine yönelik toplumsal baskıları merkeze alıyor; gençlik, güzellik ve fiziksel mükemmellik gibi idealize edilmiş standartlar, Elisabeth’in hikâyesi üzerinden sert bir şekilde eleştiriliyor. Elisabeth’in yaşlanmanın fiziksel belirtilerini saklamak ve eski popülaritesini geri kazanmak için “The Substance” adlı deneysel bir maddeyi kullanması, modern güzellik endüstrisinin radikal bir metaforu olarak okunabilir. Bu noktada, hikâye yaşlanma korkusunu sadece fiziksel bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal bir hastalık olarak ele alıyor. Kadınlar, özellikle de Elisabeth gibi kamusal alanda çalışanlar, fiziksel görünümleri üzerinden değerlendiriliyor. Hollywood’un ve medya sektörünün yaşlanan kadınları sistematik olarak dışladığı gerçeği, Elisabeth’in kariyerinden koparılmasıyla somut bir şekilde ifade ediliyor. Ancak film, bu eleştiriyi yaparken Elisabeth’in gençliğini geri kazanma çabasını bir saplantıya dönüştürerek karakterin trajedisini güçlendirmek yerine bu baskıya boyun eğdiğini hissettiriyor. Elisabeth’in kendi bedeninden duyduğu memnuniyetsizlik, toplumsal baskının kişisel düzeyde nasıl içselleştirildiğini gözler önüne seriyor.
Elisabeth’in genç alter egosu Sue (Margaret Qualley), filmde kadın bedenine yönelik beklentilerin somutlaşmış hâli olarak karşımıza çıkıyor. Sue, gençliğin ve güzelliğin simgesi olurken, Elisabeth yaşlanmanın ve toplumdan dışlanmanın bir yansıması hâline geliyor. Ancak bu iki karakterin etkileşimi, sadece bir iç çatışma değil, aynı zamanda kadınlık deneyiminin iki ucu arasında bir gerilim yaratıyor. Sue’nun varlığı, Elisabeth’in kendi bedeniyle olan mücadelesini derinleştiriyor. Elisabeth’in yaşlanmaya dair utancı ve Sue’ya duyduğu kıskançlık, toplumun kadınları birbiriyle rekabete zorlayan yapısını eleştiriyor. Bu dinamik, kadınlık deneyimindeki paradoksları açık bir şekilde ortaya koyuyor: Toplum bir yandan kadınları fiziksel mükemmellik için yarışmaya iterken, diğer yandan bu yarışı kazanmaya çalışanları yeriyor. Elisabeth ve Sue arasındaki ilişki, bu çelişkili sistemi keskin bir şekilde resmediyor, ancak film aynı zamanda Sue’yu fiziksel bir obje olarak sunarak bu eleştiriyi baltalıyor.
Film, kadınların kendi bedenlerine yönelik bakışlarını şekillendiren eril perspektifi güçlü bir şekilde eleştiriyor. Elisabeth’in işten kovulmasına neden olan patronu Harvey (Dennis Quaid), Hollywood’un yaşlanan kadınlara karşı acımasız tavrını temsil ediyor. Ancak film bu eril baskıyı eleştirirken, aynı zamanda kadınların baskıyı nasıl içselleştirdiğini de gösteriyor. Elisabeth’in gençlik ve güzellik saplantısı, sadece toplumsal bir dayatma değil, aynı zamanda içsel bir çatışma olarak sunuluyor. Elisabeth’in kendi bedenine duyduğu nefret, toplumun kadınlardan beklentilerinin bir yansıması olarak şekilleniyor. Bu noktada The Substance, toplumsal bir eleştiriden daha fazlasını yapmaya çalışıyor: Kadınların bu baskılar karşısında nasıl kendi kimliklerini kaybettiklerini ve toplumun dayattığı güzellik standartlarını nasıl sorgulamaları gerektiğini vurguluyor. Ancak, filmin bu eleştiriyi yaparken kadın bedenini sık sık bir “görsel obje” olarak sunması eleştirel mesajını zayıflatıyor. Elisabeth’in bedensel dönüşümleri, kadın bedeninin metalaştırılması konusunda bir eleştiri sunmak yerine, izleyiciyi sadece rahatsız edici görsellerle yüzleştiriyor.
Coralie Fargeat, sinematografik açıdan güçlü bir görsel ve işitsel deneyim sunarak izleyiciyi rahatsızlık veren bir atmosferin içine çekiyor. Filmi hem teknik açıdan etkileyici hem de duygusal olarak zorlayıcı bir araç olarak kullanıyor. Görsel efektlerden ses tasarımına kadar her ayrıntı, izleyiciyi Elisabeth’in yaşlanma korkusu ve içsel çatışmalarıyla empati kurmaya zorlayan bir korku anlatısı yaratıyor. Ancak, bu detaylar bazen hikâyenin önüne geçerek filmi fazla stilize ve mesafeli hâle getirebiliyor. Fargeat’ın sinematografik dili, izleyiciyi sürekli tetikte tutmak için tasarlanmış. Film boyunca sıkça kullanılan balıkgözü lensler, alışılmadık açılar ve grotesk yakın çekimler, karakterlerin duygusal ve fiziksel durumlarını yansıtırken aynı zamanda rahatsız edici bir izleme deneyimi yaratıyor. Özellikle Elisabeth’in genç alter egosu Sue’nun doğum sahnesi hem teknik açıdan bir başarı hem de izleyicinin sabrını zorlayan bir grotesk an olarak dikkat çekiyor.
Filmdeki ışık ve renk paleti, karakterlerin ruh hâllerini destekler nitelikte. Elisabeth’in kariyerinde ve yaşamında geriye itildiği sahnelerde karanlık tonlar hâkimken, Sue’nun sahnelerinde daha parlak ve sıcak tonlar kullanılıyor. Bu görsel karşıtlık, iki karakter arasındaki dinamikleri vurguluyor. Ancak, bu kontrast bazen abartılı şekilde sunularak hikâyeyi fazla stilize bir görselliğe boğabiliyor. Film boyunca kullanılan aşırı yakın çekimler, özellikle kadın bedenine odaklanıyor. Elisabeth’in yaşlanma belirtilerini inceleyen sahnelerdeki ayrıntılı çekimler, bir yandan izleyiciyi karakterin içsel çatışmalarına yakınlaştırırken, diğer yandan bu sahnelerin eleştirdiği eril bakışa hizmet ettiğine dair tartışmaları da beraberinde getiriyor. Örneğin, Elisabeth’in bedenine duyduğu nefretin en açık şekilde görüldüğü sahnelerde, izleyicinin odağı karakterin duygusal durumundan çok fiziksel özelliklerine kayabiliyor. Sue’nun genç ve “kusursuz” bedeniyle Elisabeth’in yaşlanan bedeni arasındaki görsel karşıtlık, toplumsal güzellik standartlarına yönelik güçlü bir eleştiri sunmayı amaçlıyor. Ancak bu karşıtlığın abartılı bir şekilde sergilenmesi, bazı eleştirmenlere göre filmin feminist söylemini zayıflatıyor. Özellikle Sue’nun bedeni üzerinden yapılan vurgu, kadın bedenini metalaştıran bir yaklaşımdan tam olarak uzaklaşamıyor.
Filmde kullanılan işitsel tasarım, görsellik kadar önemli bir rol oynuyor. Çıkan her ses, izleyiciyi rahatsız etmek ve hikâyenin gerilim atmosferini artırmak için titizlikle seçilmiş. Özellikle Elisabeth’in beden dönüşümlerini sergileyen sahnelerde kullanılan aşırı yükseltilmiş ses efektleri, fiziksel acıyı izleyicinin duyusal algısıyla birleştiriyor. Filmdeki bu işitsel saldırı, izleyiciyi Elisabeth’in yaşadığı travmanın içine çekiyor, ancak aynı zamanda yorucu bir deneyim hâline gelebiliyor. Sıradan seslerin abartılı bir şekilde sunulması, izleyiciyi sürekli tetikte tutmayı amaçlıyor. Örneğin, Sue’nun Elisabeth’in sırtından çıkışı sırasında kullanılan organik ses efektleri yalnızca korkuyu değil, aynı zamanda bedensel sınırların nasıl zorlandığını da hissettiriyor. Ancak bu işitsel tercihler, bazı izleyiciler için gereğinden fazla yoğun bir deneyim yaratabiliyor ve hikâyenin diğer unsurlarının önüne geçebiliyor.
Fargeat, izleyiciyi rahatsızlık içinde tutmayı başaran bir görsel-işitsel doku oluşturmuş olsa da bu unsurların aşırı kullanımı filmin mesajını bulanıklaştırıyor. Film boyunca süren bu stilize anlatım, Elisabeth’in yaşlanma korkusunun dramatik etkisini artırmak yerine izleyicinin dikkatini teknik detaylara yöneltiyor. Bu durum, filmin izleyiciyi düşünmeye sevk eden bir toplumsal eleştiri yerine, saf bir görsel deneyim olarak algılanmasına yol açabiliyor. Film sinematografik açıdan cesur ve yenilikçi bir deneyim sunuyor. Görsel ve işitsel unsurların bu denli yoğun kullanımı eşsiz bir atmosfer yaratımına zemin hazırlarken, yer yer hikâyenin dramatik gücünü de gölgelemesine alan açıyor. Fargeat’ın izleyiciyi sarsmayı amaçlayan bu tercihleri, bir yandan Elisabeth’in trajedisini ve toplumsal baskıları etkili bir şekilde yansıtıyor, diğer yandan filmin anlatısal bütünlüğünü zayıflatıyor. Bu dengeyi sağlamak, filmin eleştirel mesajını daha etkili kılabilirdi.
Film, kadın bedenine yönelik toplumsal baskıları ve bu baskıların bireysel düzeyde yarattığı içsel çatışmaları merkezine alıyor. Kadın bedeninin metalaştırılmasını ve kadınların bu metalaştırmaya karşı verdiği mücadeleyi eleştiriyor gibi görünse de aynı zamanda bu eleştirinin sınırlarını zorlayan, hatta yer yer kendi söylemini çelişkiye düşüren bir yapı sunuyor. Feminist bir perspektifle bakıldığında, film hem güçlü mesajlar taşıyor hem de bu mesajların etkisini zayıflatan bir anlatım sergiliyor. Filmde Elisabeth Sparkle ve alter egosu Sue, kadın bedeninin toplumsal algılarındaki iki uç noktayı temsil ediyor. Elisabeth, yaşlanmanın görünür etkileriyle boğuşurken, Sue gençliğin ve “kusursuz güzelliğin” bir sembolü olarak öne çıkıyor. Bu iki karakter arasındaki dinamik, kadın bedeninin hem bir ideal hem de bir mücadele alanı olarak nasıl algılandığını açıkça gösteriyor.
Sue’nun genç ve çekici bedeni, Elisabeth’in toplumsal anlamda “görünmez” hâle gelmesine neden olan yaşlanma sürecine tezat oluşturuyor. Bu ikilik, toplumsal güzellik standartlarının kadınları nasıl sürekli bir yarış içine soktuğunu ve bireysel benlik algısını nasıl tahrip ettiğini vurguluyor. Elisabeth’in Sue’ya karşı duyduğu kıskançlık ve öfke, bir kadın olarak kendi bedenine yönelik memnuniyetsizliğinin toplumsal kökenlerini ortaya koyuyor. Ancak film bu içsel çatışmayı derinleştirmek yerine, Sue’nun bedeni üzerinden izleyiciyi etkileyici görsellere maruz bırakarak toplumsal eleştiriyi ikinci plana atıyor. Sue’nun genç bedeni, kadın bedeninin toplum tarafından nasıl bir obje hâline getirildiğini eleştirmek yerine, izleyici için bir “gösteri” hâline dönüşüyor.
The Substance, kadın bedenine yönelik eril bakışı sert bir şekilde eleştiriyor gibi görünmesine rağmen bu bakış açısını sık sık yeniden üretiyor. Elisabeth’in kariyerinin güzelliğini kaybettiği gerekçesiyle sona erdirilmesi, Hollywood’un yaşlanmaya karşı tutumunu eleştiren güçlü bir metafor. Ancak film, Elisabeth’in yaşlanmaya karşı verdiği mücadeleyi, fiziksel deformasyonlarla ve grotesk sahnelerle yansıtıyor. Bu durum, kadın bedeninin metalaştırılmasına yönelik eleştiriyi zayıflatıyor, çünkü izleyici Elisabeth’in duygusal durumundan çok fiziksel değişimine odaklanıyor. Özellikle Sue’nun sahnelerindeki abartılı fiziksel çekicilik, filmin eleştirdiği eril bakışı yeniden üreten bir unsur hâline geliyor. Sue’nun genç bedeni, bir yandan Elisabeth’in yaşlanma korkusunu artırırken, diğer yandan izleyicinin dikkatini fiziksel görünüme çekiyor. Bu da filmdeki feminist eleştirinin çelişkili bir hâle gelmesine yol açıyor; çünkü film, kadın bedenine yönelik baskıları eleştirmek isterken, aynı zamanda bu baskıların bir parçası gibi davranıyor.
Elisabeth ve Sue arasındaki dinamik, aynı zamanda kadınların kendileriyle olan çatışmalarını da yansıtıyor. Elisabeth’in Sue’ya olan bağımlılığı, gençliğini ve güzelliğini kaybetme korkusunu somutlaştırıyor. Sue’nun fiziksel olarak Elisabeth’in bir uzantısı olması, bu çatışmayı daha da derinleştiriyor. Elisabeth’in kendi bedeninden duyduğu nefret, yalnızca dışsal bir baskının değil, aynı zamanda kadınların bu baskıyı içselleştirmelerinin de bir sonucu olarak sunuluyor. Bu içsel çatışma, toplumsal güzellik standartlarının kadınları nasıl etkilediğine dair güçlü bir eleştiri yaratma çabasında. Elisabeth, Sue’nun fiziksel olarak kusursuz görünümüne hayranlık ve nefret arasında gidip gelen duygu karmaşası yaşarken, aslında toplumun kendisinden beklediği imkânsız standartlara karşı mücadele ediyor. Ancak film, bu mücadeleyi derinleştirmek yerine grotesk sahneler ve abartılı fiziksel dönüşümlerle yüzeysel bir düzeyde bırakıyor. Filmde Elisabeth ve Sue, kadınlık deneyiminin farklı yönlerini temsil ediyor. Ancak bu iki karakterin hikâyesi, kadınların toplumsal baskılara karşı nasıl direndiğini yeterince derinlemesine ele almıyor. Elisabeth’in Sue’yu yok etmek istemesi, kendi bedenine ve yaşlanma sürecine duyduğu öfkeyi açıkça gösterse de film bu öfkenin kökenlerini yeterince keşfetmiyor. Ayrıca, Elisabeth’in toplumdaki yeri ve çevresindeki diğer kadınlarla ilişkileri gibi unsurların eksikliği, feminist bir eleştirinin tam anlamıyla gelişmesine engel oluyor.
Yönetmen, toplumsal eleştirilerini daha güçlü kılmak için sinema tarihinden, kültürel ikonlardan ve güncel temalardan yararlanıyor. Film, David Cronenberg’in vücut korkusu temalı anlatılarından ilham alırken, aynı zamanda Jane Fonda’nın aerobik fenomenine açık göndermeler yaparak bir tür zamanlar arası köprü kuruyor. Ancak bu göndermeler filmin toplumsal eleştirilerini derinleştirmek yerine, yer yer anakronik ve kopuk bir anlatım yaratıyor. Yine de bu referanslar, filmin ideolojik çerçevesini anlamak için önemli bir zemin sunuyor. Coralie Fargeat, The Substance filminde açıkça David Cronenberg’in “body horror” (vücut korkusu) türüne saygı duruşunda bulunuyor. Cronenberg’in filmleri, genellikle insan bedeninin grotesk dönüşümleri üzerinden bireylerin toplumsal normlara uyum sağlama çabalarını sorgular.
The Substance, Elisabeth’in bedensel dönüşümleri ve Sue’nun fiziksel olarak Elisabeth’in bedeninden çıkışı gibi sahnelerde bu tür bir korku anlatısını benimsiyor. Ancak film, Cronenberg’in vücut politikalarıyla ilişkilendirdiği derin temaları tam anlamıyla keşfetmek yerine, daha çok görsel şok etkisi yaratmaya odaklanıyor. Elisabeth’in Sue’yu doğurduğu grotesk sahne, Cronenberg’in filmlerinde sıkça rastladığımız bir dönüşüm anını andırıyor. Ancak Cronenberg’in çalışmalarında bu tür sahneler, genellikle bireyin içsel çatışmalarını ve toplumsal sistemle olan mücadelesini simgelerken, The Substance bu dönüşümü daha yüzeysel bir düzeyde ele alıyor. Sue’nun Elisabeth’in gençlik ve güzellik arayışının bir ürünü olması, toplumsal güzellik standartlarına yönelik güçlü bir metafor olabilirdi. Ancak film, bu metaforu derinleştirmek yerine Sue’yu izleyici için bir görsel çekicilik unsuru olarak sunarak eleştirdiği sistemin bir parçası hâline geliyor.
Film, Elisabeth Sparkle’ın aerobik şovu “Sparkle Your Life” üzerinden 1980’lerin aerobik çılgınlığına ve Jane Fonda’nın bu alandaki etkisine net bir göndermede bulunuyor. Fonda, aerobik videolarıyla kadınların bedenleri üzerinde kontrol kazanmalarını teşvik eden bir figür olarak hatırlanır. Ancak The Substance, bu fenomeni ele alırken kadın bedeninin metalaştırılması ve yaşlanma karşıtı güzellik standartlarının dayatılması gibi konuları daha karanlık bir bakış açısıyla işliyor. Elisabeth’in aerobik şovu, bir yandan kadınların sağlık ve fitness yoluyla güçlenmesini temsil ederken, diğer yandan onların toplumun dayattığı fiziksel normlara boyun eğmesini de ima ediyor. Ancak film, aerobik kültürünün günümüzdeki karşılığı olan sosyal medya fitness trendlerini tamamen göz ardı ederek hikâyeyi anakronik bir bağlama oturtuyor. Bu durum, filmin modern toplumun güzellik standartlarına dair eleştirisini zayıflatıyor. Günümüz sosyal medyasının güzellik algıları üzerindeki etkisi göz önüne alındığında, film bu unsuru işleseydi çok daha güncel ve etkileyici bir anlatı sunabilirdi. Özellikle botoks, dolgu ve estetik cerrahi gibi modern güzellik yöntemlerinin filmdeki “The Substance” metaforuyla ilişkilendirilmesi, hikâyeyi daha derin bir düzeye taşıyabilirdi.
Filmin bir diğer önemli toplumsal göndermesi, Elisabeth’in patronu Harvey karakteri üzerinden yapılıyor. Harvey, adıyla bile açık bir şekilde Hollywood’daki güç dengesizliklerini ve cinsel taciz skandallarını simgeliyor. Özellikle #MeToo hareketinin ardından, film bu tür bir karakterle Hollywood’un yaşlanma, güzellik ve kadın bedenine dair politikalarına yönelik eleştirilerini belirginleştiriyor. Harvey’nin Elisabeth’i yaşlandığı için işten çıkarması hem endüstriyel cinsiyetçiliğin hem de yaş ayrımcılığının somut bir örneği olarak karşımıza çıkıyor. Ancak film bu eleştiriyi yeterince derinleştiremiyor. Harvey karakteri, sadece yüzeysel bir kötülük figürü olarak resmediliyor ve Elisabeth’in yaşadığı zorlukların daha geniş bir sistemik bağlamda ele alınmasına fırsat verilmiyor. Bu durum, filmin Hollywood eleştirisini daha az etkili hâle getiriyor.
Film etkileyici bir konsept ve güçlü görsel tasarımlarla başlasa da hikâye örgüsü ve karakter gelişimindeki eksiklikler nedeniyle olmuş hissini yer yer yaratamıyor. Elisabeth Sparkle (Demi Moore) ve genç alter egosu Sue (Margaret Qualley) arasındaki ilişki, toplumsal güzellik standartlarına yönelik eleştiriyi desteklemek için tasarlanmış olsa da hikâyenin derinleşememesi ve karakterlerin yeterince gelişememesi bu potansiyelin tam anlamıyla gerçekleşmesini engelliyor. Bu durum, filmin toplumsal eleştirilerini bulanıklaştırırken izleyicide kopuk bir anlatı hissi yaratıyor.
Elisabeth, toplumsal baskılar nedeniyle özgüveni sarsılmış, yaşlanmanın getirdiği görünmezlik korkusuyla mücadele eden bir karakter. Film, Elisabeth’in içsel çatışmalarını anlamak için güçlü bir temel sunuyor: kariyerinden dışlanması, kendi bedeninden duyduğu nefret ve Sue ile olan gerilim, onun hikâyesini derinleştirebilecek unsurlar. Ancak, Elisabeth’in bu çatışmalarını çözmeye yönelik adımları, hikâye boyunca yüzeysel bir düzeyde kalıyor. Elisabeth’in The Substance adlı deneysel maddeyi kullanmaya karar verdiği sahne, karakterin çaresizliğini ve toplumun güzellik takıntısına karşı duyduğu öfkeyi vurgulamak için önemli bir an. Ancak bu kararın arkasındaki psikolojik motivasyonlar yeterince detaylandırılmıyor. Elisabeth’in toplumsal baskılar karşısındaki tavrı, izleyiciye sadece bir tepki gibi sunuluyor ve onun bu baskıları nasıl içselleştirdiği veya sorguladığı derinlemesine ele alınmıyor.
Sue, Elisabeth’in gençlik idealinin somutlaşmış hâli ve aynı zamanda onun kendi içsel çatışmalarını temsil ediyor. Ancak, Sue’nun karakterizasyonu da Elisabeth’in hikâyesine anlam katacak şekilde yeterince derinleştirilmemiş. Sue’nun bağımsız bir kişilik geliştirmemesi ve Elisabeth’in içsel çatışmalarını çözmek yerine fiziksel bir antagoniste dönüşmesi hikâyeyi yüzeyselleştiriyor. Sue’nun “mükemmel” bedeni ve enerjisi, toplumun genç kadınlardan beklentilerini simgelese de bu karakterin Elisabeth’in hikâyesine nasıl katkıda bulunduğu belirsiz kalıyor. Sue, sadece fiziksel bir tehdit olarak resmediliyor ve karakterin Elisabeth’in yaşlanma korkusuna nasıl bir ayna tuttuğu ya da bu korkuyu nasıl derinleştirdiği tam olarak keşfedilmiyor. Bunun yerine Sue’nun hikâyesi, daha çok izleyiciyi rahatsız edici görsellerle etkilemeye yönelik kullanılıyor.
Elisabeth ve Sue arasındaki ilişki, kadınlık ve beden algısına yönelik güçlü bir eleştirinin temelini oluşturabilirken, film bu dinamiği yeterince işlemede başarısız oluyor. Elisabeth’in Sue’ya olan bağımlılığı, bir yandan onun gençlik ve güzellik saplantısını temsil ederken, diğer yandan Sue’nun Elisabeth’in hayatını ele geçirmesiyle bir tür güç mücadelesine dönüşüyor. Ancak bu güç mücadelesi, hikâye boyunca duygusal veya psikolojik bir derinlik kazanamıyor. Sue’nun Elisabeth’in yaşam enerjisini emmesi, toplumsal güzellik standartlarının kadınlar üzerindeki yıkıcı etkisini simgeliyor. Ancak bu ilişkinin dramatik potansiyeli, karakterler arasındaki bağların yeterince güçlü olmaması nedeniyle tam anlamıyla gerçekleşmiyor. Elisabeth’in Sue’ya olan öfkesi ve kıskançlığı, hikâye boyunca yüzeysel bir çatışma olarak kalıyor ve bu durum hikâyenin sonunda da çözülmeden bırakılıyor.
Filmin son yirmi dakikası ise hikâye örgüsünü çözmek yerine daha karmaşık ve abartılı hâle getiriyor. Elisabeth ve Sue arasındaki çatışma, grotesk dönüşümler ve dramatik olaylarla doruğa ulaşsa da bu sahneler karakterlerin hikâyesini tamamlamak yerine görsel bir “şov” sunmaya odaklanıyor. Özellikle Sue’nun kontrolsüz bir şekilde Elisabeth’in bedenini yok ettiği sahneler, hikâyeye dramatik bir kapanış sunmaktan ziyade izleyicide tatmin edici olmayan bir karmaşa hissi yaratıyor. Güçlü bir konsept ve cesur bir anlatı sunma potansiyeline sahipken, hikâye ve karakter gelişimindeki eksiklikler nedeniyle bu potansiyeli tam olarak gerçekleştiremiyor. Elisabeth ve Sue arasındaki ilişki, toplumsal güzellik standartlarına dair önemli bir eleştiriyi destekleyecek şekilde derinleştirilebilirdi. Ancak bu ilişki, yüzeysel çatışmalar ve çözülmemiş düğümlerle sınırlı kalıyor.
Film bu noktada “her şeyi denemek ama hiçbir şeyi tam olarak başaramamak” gibi bir izlenim bırakıyor izleyende. Elisabeth ve Sue’nun hikâyesinin nasıl sona erdiği, izleyicinin üzerinde etki bırakacak şekilde işlenmiyor; bunun yerine abartılı sahnelerle izleyicinin rahatsız edilmesi hedefleniyor. Hâl böyle olunca da filmin güçlü görsel unsurlarına ve cesur temalarına rağmen, hikâye ve karakter gelişimindeki eksiklikler ile Cannes Film Festivali’nde senaryo ödülü kazanmasını sorgulamaktan kendimizi alamıyoruz. Sonuç olarak The Substance, izleyiciyi toplumsal güzellik standartlarını ve kadın bedenine yönelik baskıları sorgulamaya davet etmesi bakımından göz atılması gereken işlerden. Bu davet, her ne kadar eksik bir hikâye anlatımıyla sunulsa da üzerinde düşünülmeye değer bir temele de sahip.