Star Trek VII: Generations

Oldukça özgün bir hikaye çizgisine, tanıdık karakterlere, birinci sınıf özel efektlere ve Kirk (William Shatner) ile Picard (Patrick Stewart) arasındaki uyuma rağmen, yedinci Star Trek filmi ile ilgili tatmin edici olmayan bir şeyler vardı. Sorun şu ki, Star Trek: Generations inkar edilemez biçimde büyük bir sinema filmi olsa da, çoğu zaman Next Generation televizyon dizisinin abartılı ve çift uzunlukta bir bölümünden biraz daha fazlası gibi görünüyordu. Belki de yirmi beş yıldan fazla bir süre hayatta kalan Star Trek büyüsünün izleri, yıpranmış altı uzun metrajlı filmden sonra burada dinlenmeye hazır hale getiriliyordu. Eğer seri ruhunu kaybederse, anka kuşu gibi tekrar küllerinden doğmak zorunda kalacaktı.

Star Trek: Generations, yirmi üçüncü yüzyılda Atılgan “B” nin açılış töreniyle başlıyor. Etkinliğe eski ekipten üç canlı efsane de katılıyor: Kaptan James T. Kirk, Kaptan Montgomery Scott (James Doohan) ve Komutan Pavel Chekov (Walter Koenig). Star Trek evreninde sıkça olduğu gibi bu törensel kutlama yolculuğu, çok geçmeden bir kurtarma görevine dönüşüyor. Zira Atılgan, gizemli ve ölümcül enerji şeritleri tarafından hapsolmuş mültecilere yardım etmek için menzildeki tek gemidir. İki eski arkadaşını da peşine takan Kirk, elli kişinin hayatını kurtarmayı başarıyor, ancak bu hareketi geminin tahribatına yol açıyor. Kirk’ün cesedi bulunamıyor ve ünlü Yıldız Filosu subayının öldüğüne karar kılınıyor. Ancak Kaptan, zamanın anlamını yitirdiği ve fantezilerin gerçeğe dönüştüğü bir yer olan “Nexus” a hapsoluyor.

78 yıl sonra, Atılgan “D”yi bir kurtarma görevi üstlenirken görüyoruz. Amaçları bilim insanlarını, Romulan saldırısı sonucu yerle bir edilen bir gözlemevinden kurtarmak. Hayatta kalanlardan biri olan Dr. Tolian Soran (Malcolm McDowell), belirli irrasyonel eğilimler sergileyen uzun ömürlü bir uzaylı. “Nexus”a girme konusunda saplantılı bir ihtiyaçtan yola çıkan ve bu amacı gerçekleştirmek için her şeyi yapmaya istekli olan Soran, yalnızca Atılgan “D”yi değil bir gezegenin tüm nüfusunu da tehlikeye sokarak Kaptan Picard’ı karşısına alıyor.

Başta izleyicilerin bu filme nasıl tepki vereceğini söylemek zordu. Önceki serilerin aksine Generations, Star Trek hayranı olmayanları cezbetmekten uzak görünüyordu. Öte yandan karakter gelişimine odaklanmasıyla da Atılgan’ın seyahatleri hakkında bilgi sahibi olanları eğlendirebilmeliydi. Generations’ın en güçlü yanı, yeni köprüler inşa ederken eski köprüleri yıkmak için de elindeki tüm kozu kullanmasıydı.

Ancak filmde göz ardı edilemeyecek kadar açık olan sorunlar vardı. İlk defa uzun metrajlı bir film yöneten David Carson‘ın deneyimsizliği belli oluyordu ve yapımda tutarsızlıklar göze çarpıyordu. Diyaloglar eşliğinde akıp giden birkaç uzay savaşı ve bazı aksiyon sahneleri zoraki olarak serpiştirilmiş gibiydi. Örneğin Atılgan “D”nin bir Klingon gemisiyle yaptığı savaş tümüyle gerginlikten yoksundu. 2, 3 ve 6. filmlerdeki düellolarla kıyasladığımızda, Generations’daki savaşlar aceleyle ortaya çıkıyordu ve izleyiciye anın tadına varmak için pek fırsat tanınmıyordu.

Dahası Malcolm McDowell, muhtemelen Star Trek filmleri içindeki en zayıf kötü adam rolünü oynuyordu. Ricardo Montalban’ın Han’ının, Christopher Lloyd’un Kruge’sinin ve Christopher Plummer’in Chang’inin ayak izlerini takip etmeye çalışsa da, seleflerinin oldukça gerisinde kalıyordu. Bunun bir nedeni de McDowell’in Soran’ı çok kısıtlanmasıydı. Oysa Star Trek’in kötü adamları, abartılı rollerde ellerinden gelenin en iyisini yapma eğilimindedir.

Generations’ın merkezinde, Star Trek VI’da başlatılan eski ekip ile yeni ekip arasındaki geçiş sürecini tamamlama gayreti var. Shatner, yine Kirk karakterini rahat bir giysi gibi üstünde taşıyor ve bir şekilde seyirciyi diri tutmayı başarıyor. Usta bir oyuncu olan Patrick Stewart ise, inkar edilemez bir şekilde klasını ortaya koyuyor, ancak varlığının izleyiciyi ekrana bağlamakta başarılı olduğu söylenemez. Hatta Brent Spiner bile, Komutan Data gibi harika ve eğlenceli karakterine rağmen, Kirk etrafta yokken oluşan boşluğu doldurmakta zorluk çekiyor.

Bu filmde de açıkça görüldüğü üzere, Star Trek filmleri müzikal sürekliliğe muhtaç. Dennis McCarthy, yedi filmlik serinin beşinci bestecisi olarak görev aldı ve performansı belki de hepsinden daha iyiydi. Buna rağmen kimi önemli anlar haricinde, Generations’ın çoğu müziği loş bir fonda kaybolmaktan kurtulamıyor.

Kaynak

Önceki Sonraki

Yazar: Can Kaçan

Asimov ve Stargate hayranı...

İlginizi Çekebilir

star trek - Tomorrow is Yesterday kapak

Bir Star Trek Kehaneti: Tomorrow is Yesterday ve Ay’a Yolculuk

Daha önceki yazılarımızdan birinde bilimkurgu için şu ifadeleri kullanmıştık: “Bilimkurgu bize sınırsız hayal edebilme imkânı …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin