“Kendimizden daha zeki şeyler üretiyorsak, onları nasıl kontrol edeceğimizi nereden bileceğiz?”
Yapay zekânın iyice hayatımıza girdiği şu günlerde, pek çok kez işlenmiş bir konunun akıllarda bıraktığı bu soruyu tekrar ve açıkça soran bir yapım daha görücüye çıktı. San Andreas Fayı, Rampage: Büyük Yıkım, Gizemli Adaya Yolculuk gibi filmlerden hatırlayacağımız Kanadalı yönetmen Brad Peyton imzası taşıyan Atlas, Netflix’te izleyiciyle buluştu. Çektiği film ve dizilerde sıklıkla bilimkurguya göz kırpan yönetmenin oyuncu tercihi Jennifer Lopez, Sterling K. Brown, Simu Liu, Mark Strong ve Abraham Popoola’dan yana olmuş. Filmin senaryo yazarları ise Leo Sardarian ve Aron Eli Coleite.
Jennifer Lopez, zihin gezginini canlandırdığı The Cell’in üzerinden 24 yıl geçmişken bir bilimkurgu yapımında tekrar karşımıza çıkıyor. Bu kez kendisini bir terörle mücadele analisti olarak görüyoruz. Film, 2043 yılından bazı haberlerle açılıyor. Yapay zekâ isyan etmiş ve insan soyuna katliam uygulamaya başlamış. Elebaşları ise Harlan adında eski bir insansı ev robotu. Harlan sadece isyan etmekle kalmamış, nasıl başardıysa saniyesinde diğer yapay zekâların kodunu yeniden yazıp onları da asi olarak kendi safına çekmiş. İlgili haberlerde Asimov’un Üç Robot Yasası da zikrediliyor ve şu soru soruluyor: İlk düsturu insana zarar vermemek olan makineler nasıl oldu da başkaldırıp insan soyunu kurutmaya kalktı?
Üç milyon insan katledildikten sonra, Uluslararası Milletler Koalisyonu adındaki yeni kurulan birlik Harlan’ı köşeye sıkıştırmaya yaklaşıyor ve bunun üzerine Harlan da Dünya’dan kaçmayı seçiyor. 28 yıl sonra, 2071 tarihine gelindiğinde ise Harlan’ın sağ kolu olarak nitelendirebileceğimiz bir diğer yapay zekâ olan Casca, bir operasyonla zor da olsa yakalanıyor. Casca’nın beynine girip Harlan’ın yerini öğrenme görevi de tabii ki Jennifer Lopez’in oynadığı, filme adını veren Atlas Shepherd’e düşüyor. Atlas başarılı oluyor ve Harlan’ın Andromeda Galaksisi’ndeki henüz keşfedilmemiş bir gezegene kaçtığı ortaya çıkıyor. Onu yakalayıp getirmek için bir operasyon hazırlığına girişiliyor ve Atlas da bir analist olmasından öte, Harlan’ı yakından tanıdığı için askeri birlikle beraber yolculuğa çıkıyor. Atlas ve Harlan’ın mazisi eski. Atlas’ın annesi olan bilim insanı, aynı zamanda Harlan’ın da yaratıcısı. Harlan, Atlas henüz on yaşındayken ansızın isyan edip yaratıcısını öldürüyor ve insanlığa savaş açıyor. Bu yüzden Atlas’ta yapay zekâya karşı nefret denemezse de korkuya kaçan bir güvensizlik ve temkinlilik durumu söz konusu.
Birçok bilimkurgu yapımında karşımıza çıkan mecha’ların kullanıldığı bir tim hazırlanıyor. “ARK” olarak adlandırılan mecha’ları, “ranger” olarak adlandırılan askerler idare ediyor. Daha doğrusu, mecha ve ranger, yani ARK ve sürücü, ranger’ın kulağına takılan bir aparatla kurulan nöro-bağ sayesinde ortak, bir nevi simbiyotik hareket ediyor. Dolayısıyla insan ve makine birbirinin zihnine ulaşabiliyor. Böylece yekvücut hâline geliyor ve ayrı ayrı insan ve makineden daha güçlü oluyorlar. Atlas ilkin bu nöro-bağı kurmayı reddediyor. Çünkü 28 yıl önce annesinin ölümüne yol açan şey de buna benzer bir nöro-bağdı. Ancak Atlas’ın şüphelendiği şekilde bir tuzak devreye giriyor ve uzay gemisi daha gezegene iniş yapamadan saldırıya uğruyor. Atlas da canını kurtarabilmek için ARK Dokuz adlı mecha’nın içine girmek zorunda kalıyor. Yani tehlikeli bir yapay zekâyı yenebilmekten de önemlisi, hayatta kalabilmek için zaten güvenmediği yapay zekâya muhtaç oluyor.
Film boyunca makinenin ruhu üzerine yıllar yılı farklı yapımlarda şahit olduğumuz felsefî sorgulamalar yaşanıyor. Özellikle Atlas ve ARK’ı (Smith) arasındaki diyaloglar ilginç. ARK adının Smith olduğunu söylediğinde, Atlas bunu gereksiz buluyor. Smith ise nörolojik olarak özel ismin cins isimden farklı işlendiğini, isimlerin psikolojik reaksiyon oluşturduğunu ve duygusal bağ kurmayı sağladığını ifade ediyor. Atlas duygusal bir bağ kurulamayacağını söylüyor ve ekliyor: “Sen bir bilgisayar programısın.” Smith ise düzeltiyor: “Hayır, Smith adında bir bilgisayar programıyım.” Smith oldukça ilginç bir program hakikaten. Öyle ki soyut şeyler üzerine kafa yoruyor, makinenin ve dahi her şeyin bir ruhu olduğuna inanıyor.
Smith sadece ruha değil, bir anlamda ahirete de inanıyor zira bütün canlıları birleştiren bir bağ olduğunu, bu sebeple hiçbir şeyin öldüğünde kaybolmadığını düşünüyor; ona göre her şey birbirine bağlı. Bu noktada ilgili sorgulamaların fazlaca duygusal ve abartılı ama bir o kadar da fantastik olduğunu belirtelim. Zaten film aslında bilimkurgudan ziyade sihirkurgu olarak da nitelendirilebilmesine kapı açan tutarsızlıklar ve zorlamalarla dolu. En başta bahsedilmesi gereken, günümüzden sadece 47 yıl sonra, insanlığın 2.5 milyon ışık yılı uzaklıktaki Andromeda’ya gitmeyi nasıl başardığı. Burada senaristler âdeta “cebimden mi veriyorum?” diyerek olayı gidilmesi imkânsız mesafelere götürmeyi seçmiş.
Bu yolu seçmiş seçmesine de, nasıl gidilebildiğini meçhul bırakmış. Galaksiler arası gidip gelebilen zırhlı uzay gemisi, yerden sanki helikopter gibi şipşak kalkıp havalanıyor. Dünya’nın dışına çıktıklarında -solucan deliği desek değil, hiperuzay desek değil- bir çeşit enerji duvarını andıran yapay oluşumun bir yerinden kapı açılıyor, geçitten geçer misali hop diye soluğu Andromeda’da alıyorlar. Soluk demişken, Andromeda’daki söz konusu gezegen tabii ki insan yaşamına uygun değil, atmosferi zehirli. ARK’ın dışına çıkarlarsa yaşama şansları yok. Ama kimsede ne uzay giysisi var ne de kask. Sadece solungaç gibi çene altına, boynun iki yanına taktıkları aparatlarla nefes alabiliyorlar. Ve daha önce bahsettiğimiz ARK-ranger arası simbiyozla, ARK’ın dışındayken de ranger’a oksijen sağlanıyor. Hatta ARK, sadece kulaklık sayesinde kalbi duran ranger’a defibrilatörle şok verebiliyor. Yerçekiminin çok fazla olduğu söyleniyor ama herkes çekirge gibi zıplıyor. Yoktan var olan ışın kılıcı benzeri silahlar, kılıcın kırbaca, kırbacın kemende, sonra yine kılıca dönüşmesi gibi hadiseler de hayret verici. Hakikaten sihir gibi değil mi?
Elbette bir bilimkurgu eseri imkânsızı tasvir edebilir, tasvir ettiklerinin arkasındaki bilimi açıklaması, herhangi bir zemine oturtup temellendirmesi de şart değil. Bu sebeple Atlas da genel itibariyle biraz zayıf kalıyor. Örneğin, bir ev robotu her yapay zekâya yeni kod yükleyip soykırıma yol açmış, ama onu karanlık tarafa geçiren nöro-bağı 28 sene sonra gönül rahatlığıyla kullanmaya devam ediyorlar. Tamamen senkronize olmuş bir ARK ve ranger’ın Harlan’dan daha güçlü olacağını düşünüyorlar -kaldı ki ellerinde o ARK’lardan bir tabur olduğunu ifade ediyorlar. ARK düşmanın hamlelerini önceden tahmin edip simülasyon olarak ranger’a da gösteriyor, böylece gardını alıyor ama bunu hesaplayana kadar geçen sürede düşmanın zaten o hamleyi yapması lazım. Andromeda’ya bir günde gidebiliyorlar ama liste çok uzun olduğu için üstün bir yapay zekânın işlemcisindeki kodu haritalandırmanın birkaç yılı bulabileceğini söylüyorlar. Kısacası, komşu galaksinin haritasını çıkarmış, gide gele yol yapmış insanlık, bir avuç isyankâr yapay zekânın hakkından gelemiyor.
Filmde Alien, Terminator, Avatar, Matrix, Star Trek, Titanfall gibi birçok bilimkurgu yapımından da izler görmek mümkün. Ya da bu yapımlara direkt atıfta bulunuluyor. Harlan’ın nasıl aniden zıvanadan çıktığına tatminkâr bir açıklama getirilmediği gibi, motivasyonu da Matrix’teki Ajan Smith’le aynı. İnsanlığı korumak için yaratıldığını düşünüyor, bu yüzden de insan nüfusunun yarısını yok etmek istiyor. Sağ kalanların da yapay zekâ rehberliğinde daha doğru düzgün yaşayacaklarını hesap ediyor. Klişe olduğu kadar haklı bir isyan ama çok basit kaçıyor. Ve en başta “anne” dediği tasarımcısını öldürmesinin kendi iç mantığına uyan bir sebebi de yok. Filmin adı konusunda da ister istemez Boston Dynamics’in meşhur insansı robotu Atlas’a atıfta bulunulmuş olabileceği ihtimali akla geliyor.
Hatırlarsanız (unutmak ne mümkün!), zavallı Atlas insandan sopa yiyordu. Filmde ise yapay zekâ intikam almaya kalkıyor; adı Atlas olan bir insan da buna engel olmaya. Sopa kısmının da bir metafordan öteye geçtiğini sürpriz bozmadan çıtlatalım. Tabii mitolojideki Atlas düşünülerek de bu isim seçilmiş olabilir. Ya da iki ihtimal de geçerli. Atlas, bir aksiyon filmi olarak izlenirse zevk alınabilecek, ama bilimkurgu yönünden değerlendirildiğinde epey çiğ kalan bir yapım. Bir yönüyle drama da göz kırpıyor. Bütçesinin 100 milyon dolar civarında olduğu söyleniyor. Ancak tekrarlayan ve hep aynı doğrultuda kalan özel efektleri bu paraya değmiş gibi değil. Öte yandan, etkileyici sesi ve başarılı performansıyla Smith’i seslendiren aktör Gregory James Cohan‘ın da hakkını teslim etmek lazım. Uzun lafın kısası, saydığımız bütün olumsuzluklarına rağmen seyir zevki olan, akıcı bir film Atlas. Bundan da önemlisi, yapay zekâ konusunda -daha önce işlense de- artıları ve eksileri gözler önüne seren, kaygıları ve iyimser beklentileri ise eşit biçimde sunmayı başaran bir yapım var karşımızda.