Dünya’ya yaklaşan meteor veya kuyruklu yıldız haberlerine hepimiz aşinayızdır. Düzenli olarak haber bültenlerinde karşımıza çıkar ve pek üzerinde durmadan geçeriz. Nasıl olsa teğet geçecektir, neden umursayalım ki? İşte tam bu noktada Don’t Look Up’ın işaret ettiği noktaya gelmekteyiz. Galaksi çapında yapılan rutin gözlemlerden biri sırasında devasa bir kuyruklu yıldızın Dünya’ya yaklaştığı keşfedilir. Gezegen katili (planet killer) olarak adlandırılan bu gök cisminin çarpma olasılığı kesindir. Hâliyle bu gelişme çabucak Beyaz Saray’a kadar iletilir. Fakat işler beklenildiği gibi gitmez, zira olaylar henüz yeni başlamaktadır.
Yönetmenliğini ve senaristliğini Adam McKay’in üstlendiği yapımın oyuncu kadrosu adeta yıldızlar şöleni. Leonardo Di Caprio, Meryl Streep, Jennifer Lawrence, Ron Perlman, Jonah Hill, Timothée Chalamet ve dahası… Her oyuncunun ayrı ayrı şov yaptığı film, politik satire kattığı mizah ve bilimkurgu öğeleriyle türünün nadide örneklerinden biri olmayı başarıyor; böylece hem çağın sesine kulak veriyor hem de çağa dair eleştirilerini sergilemekten imtina etmiyor.
Absürt öğeleri özenle ele alan yapımda dikkat çeken ilk nokta odaklanılan meselelerin sunum şekli. Mizahın işlevi aksaklıkları ve yanlışları işaret etmesinde yatar. İşlemeyen ne varsa gösterir, anlatır, göze sokar. Bunu yapmasının önemi de barizdir. Çünkü genel işleyişi ancak sağlıksız yönleri cesurca belirterek, yani “kral çıplak” diyerek düzeltebiliriz. Bu bağlamda en önemli aracı da mikroskop edasıyla kusurlu bölgeyi ifşa etmesi, göze görünecek denli öne çıkarmasıdır. Mübalağa burada devreye girer. Abartılır, şişirilir, büyütülür, öne çıkarılır ve istenilse de artık ondan kaçılamaz duruma getirilir. Dolayısıyla farkına varılmaya mecbur bırakılır. Gerçi uyandırmak ancak uyuyana mümkündür; uyuyormuş gibi yapana çare yok… İşte çağımızın hakikati de bu: Hakikatsizlik.
Post-Truth çağı söylemi 1980’lerden beri zikredilmekte ve pek çok kişice ele alınmakta. “Hakikat sonrası” olarak ifade edilebilecek bu kavramın anlamı ise tek bir gerçeğin ya da kabulün bulunmadığı meselesidir. Her şey değişkenlere bağlıdır, değişkenlerle şekillenir. Bu değişkenler de magmanın üstündeki kayaçlar gibi hareketli olduğundan ortaya çıkan her deprem yorumları doğurur ve bu yorumlardır gerçeği belirleyen; sabit tek bir ölçüt yoktur. Böylelikle yorumlarla belirlenen bir dünyayı tanımlamak için hakikat sonrası ibaresi, yani post-truth ortaya atılmıştır. Hakikat merkeziyetçi bir ifadeyken, merkezin kaybolduğu, dağıldığı söylenmektedir. Hakikatsizlik derken de kast edilen budur.
Post-Truth çağının etkileri böyleyken medyanın rolünü de iyi düşünmek gerekir. Filmde zikredilen “medya eğitimi” ifadesiyle anlatılmak istenen şey açıktır. Medyanın Goebbelsvari “iktidar klavyesi” işlevi öne çıkarılır ve yalnızca egemen güçlerce söylenmesi uygun olan aktarır. Medya Gerçeği adlı eserinde Noam Chomsky, “Kitlelerin düşünme tarzları ve eylemlerindeki özgür irade gezegenlerin dönüşünde, kuşların göçünde ve yaban faresi sürülerinin denize girişine görülenden daha fazla değildir,” der ve ardından şunu ekler: “… önemli olan, gündemi belirleme gücüne sahip olmaktır.” Bu doğrultuda medya, insanın zaaflarını kullanmaktan ve her türlü manipülasyondan faydalanmaktadır. Kontrol ve manipülasyon uğruna her şeye güç arzusuyla yaklaşmakta; türlü spekülasyonla bilgi kirliliğinin yaratılmasıyla hakikati gölgelemektedir. Özetle medyanın rolü budur. İktidarın gölgesinde hakikatin eşiğinden geçmek ve inşa edilen gerçeği yaymak.
Kapitalizm ve bürokrasi ilişkisi de böyle yorumlanabilir. Parayı veren düdüğü çalar. Sermaye sahibi bütün olaylara hâkim olur ve her şeyin tepesinde, tüm kontrolü ele alarak hareket eder. Ana akım medyanın -ki buna sosyal medya da katılabilir- kontrolü de dâhil her veriyle toplumsal hegemonyayı inşa eder. Filmdeki malum sahnede bir kişinin nasıl öleceğine dair bilgi sahibi olan oligarşinin temsili bu anlamda çarpıcıdır. Big data nedenselliği bağlamında insanlığın kaderini dahi tayin edebilecek güce ulaşmıştır, bu apaçık ortadadır. Her şeyimizi teslim ettiğimiz, olanca yaşamımızı aktardığımız kanallardan bize hakimiyet kurmalarını sağlıyoruz. Bariz olan da şu ki, verilerin ileride yaşama etkisi çok daha büyük olacak. Bunu asla görmezden gelemeyiz. Hayatlarımız girdiler ve çıktılardan ibaretleşecek.
Öte yandan bilimin bu noktada görevi medyadan farksızdır. Sistem dediğimiz düzenek, bilimi, sanatı ve akla gelen ne varsa kendine dâhil etmeyi iyi bilir. Hatta muhalif hareketler bile sistemin bir parçasıdır. Haddizatında yürütülen eylemler bir şekilde sistemin devamlılığına ve sürekliliğine hizmet için kullanılır. Vakt-i zamanında çok değerli insanların bu uğurda ideallerini terk ettiklerine, medyanın adeta oyuncağı hâlini aldıklarına şahit olduk. Yakaladıkları şöhreti kaybetmemek için gözleri dönen bu “aydınların” durumu Gramsci’nin ortaya attığı “Organik Aydın” teziyle bağdaştırılabilir. Gramsci’ye göre toplumu ayrıştırarak yönetmeye çanak tutan, komplo teorilerini besleyerek aklı öteleyen bu ulema sınıfı var olan üretim sisteminin kültürel ve ekonomik devam ettiricisi, ideolojiyi yaygınlaştırıcısı olarak görev alır. Filmde bu vaziyet bir bilim insanı üzerinden anlatılarak sermayenin bilime olan tahakkümü de ortaya konulmaktadır. Medya eğitiminden maksat budur.
Ezcümle, Adam McKay imzalı Don’t Look Up oldukça başarılı bir taşlama örneği olarak günümüze ilişkin sorunlara zekice eleştiriler getiriyor. Üstelik bu noktada kimseyi, hiçbir kesimi ayırt etmiyor ve sözünü sakınmadan söylüyor. Sinematik olarak elbette aksak yönleri var. Kimi noktalarda hikâye anlatımında kopukluklar ve düşüşler görülebilir. Yine de parodi olarak sınırları iyi belirlemesi, klişelere sapmadan sağlam adımlar atması, filmi başlı başına izlenmeye değer kılıyor ve mizahi bilimkurgu nasıl yapılır sorusuna güzel bir örnek teşkil ediyor.