2023’ün en çok beklenen filmlerinden The Creator (Yaratıcı), nesli tükenmekte olan bir türe ait. Çünkü bir video oyununa, çizgi romana ya da daha önce izlediğiniz filmlere dayanmayan işlerden. Bu tamamen orijinal olduğu anlamına da gelmiyor elbette. Baştan sona The Terminator, Blade Runner ve Star Wars‘un yankıları var. Filmin yönetmeni ve yardımcı yazarı Gareth Edwards‘ın Rogue One: Bir Star Wars Hikâyesi‘ni de yönettiği göz önüne alınırsa bu pek de şaşırtıcı değil. Ancak Edwards ve ekibinin kurduğu dünya, kasvetli havası, yıpranmış ve kirli görünümüyle oldukça farklı. Rogue One vizyona girdiğinde Edwards, “savaşın gerçekliğini” yansıtan bir Star Wars filmi çekmek istediğini söylemişti. O zaman bunu tam olarak beceremese bile The Creator ile kesinlikle amacına ulaştığını söyleyebiliriz.
Hikâyemiz 2070 yılında geçiyor. Savunma sistemleri yapay zekâya devredilmiş ve bunun sonucunda da nükleer bir patlamayla Los Angeles’ın yarısı yok olmuştur. Buraya kadar The Terminator diyebilirsiniz. Söz konusu felaketten sonra yapay zekâ batıda yasa dışı ilan ediliyor, ancak Yeni Asya bu yasağı tanımıyor. Sevimli derecede gerçekçi, boyunlarının arkasında metalik, boru şeklinde delikler olan insansı robotlar ile insanlar mutlu mesut yaşamaya devam ediyor. Bu arada 3. Dünya Savaşı ilan ediliyor. ABD’li politikacılar, Yeni Asya’nın geneliyle değil de yalnızca nüfusun mekanik kesimiyle savaşta olduklarını açıklıyor.
ABD ordusundan iki subay (Allison Janney ve Ralph Ineson), Nirmata olarak bilinen gizemli yapay zekâ mimarının savaşı sona erdirebilecek bir silah geliştirdiğini duyuyor ve onu yok etmek için Nirmata’nın Yeni Asya’daki gizli laboratuvarına Joshua (John David Washington) adlı bir askeri gönderiyor. Elbette görev bir noktadan sonra karmaşıklaşıyor. Kuşkusuz en büyük sorun, silahın Alphie adlı masum bir kıza (Madeleine Yuna Voyles) benzemesi. Diğer sorun ise kızın Joshua’nın uzun süredir kayıp olan karısına (Gemma Chan) dair bilgilere sahip olması. Doğal olarak Joshua ikilime düşmekte gecikmiyor. Alphie’yi devre dışı bırakmak yerine korumalı mı? Peki ya onu yürüyen bir bomba yerine insan olarak görmeye başlarsa? Joshua, Alphie’yi öldüremeyince esrarengiz Nimrata’yla tanışmak için birlikte destansı bir yolculuğa çıkıyorlar. Dahası, Alphie’nin farklı yetenekleri var ve diğer makineler bile onu bir çeşit Mesih figürü gibi görüyor.
John David Washington ve Madeleine Yuna Voyles‘un oyunculuk uyumu mükemmel. Bir adam ile robotik bir çocuğun yakınlaşması, düşmanların ve engellerin üstesinden gelmesi ve kimin cennete gidip kimin gidemeyeceği gibi hayat hakkında derin tartışmalar yapmasıyla işin içine din ve felsefe de giriyor. Film, robotların yerimizi alacağına dair modern endişelere değinirken farklı inanç sistemleri için de bir metafor oluyor. 2 saat 13 dakika içinde bazı geri dönüşler ve olaylar öngörülebilir olsa da, hiçbir şey dikkat dağıtmıyor.
The Creator’ı benzersiz kılan şey, gişe rekorları kırabilecek bir eğlence ile karamsar bir savaş ortamı arasında kurduğu doğallık. Hiç şüpheniz olmasın, The Creator kahramanlıklara ve lazer silahlı çatışmalara yer veren, sinema koltuklarını titreten motorlara sahip devasa uzay araçlarını da es geçmeyen bir bilimkurgu aksiyon filmi. Ama aynı zamanda keskin kenarlı ve karanlık. Puslu görselliği, tam da tanıyıp içselleştirmeye başladığınızda karakterleri elinizden almaya yönelik acımasız eğilimi ve fizik yasalarına olan bağlılığı ile farkını ortaya koymayı biliyor. Zaten filmdeki hiç kimsenin insanüstü bir gücü ya da dokunulmazlığı yok. Bu da sizi diken üstünde tutan en önemli unsurlardan biri.
John David Washington, babası Denzel’dan aldığı gösterişli karizmasının yanı sıra herkesin kırılganlığına dair kendi ismiyle sevimli bir kahraman yaratmayı başarıyor. Voyles ise ikna edici şekilde soğuk bir makineden duyguları olan bir insana dönüşüyor. Ancak film, Joshua ile Alphie arasında duygusal bir baba-kız ilişkisinin oluşmasına asla izin vermiyor (en azından çoğu zaman). Ayrıca, birkaç anlık espriyi saymazsak Marvel tarzı şakalaşmalara da bel bağlanmıyor. The Creator, gişe rekorları kıran pek çok filmde gördüğümüz o komik olma kaygısından kurtulmayı gayet iyi beceriyor.
Yıldız Savaşları ile savaş draması arasındaki denge ise mekân çekimleriyle örnekleniyor. Filmin büyük bir kısmı Tayland’ın yemyeşil dağları, tarlaları ve yüksek adaları arasında çekilmiş. Bu durum, filmi muhteşem bir görsel şölen hâline getiriyor ama aynı zamanda Vietnam Savaşı’nı hatırlatan pek çok rahatsız edici sahneyi de önümüze seriyor. Yönetmen Gareth Edwards’ın bu bilinçli tercihi, filmi alt metin bağlamında da zenginleştirip farklılaştırıyor. CGI konusunda o kadar iyi bir iş çıkarmışlar ki, filmin büyüsü asla bozulmuyor. Hatta robotlar, simülantlar ve zırhlı uçan araçlar ekrandayken bile gerçek ile dijital dünya arasındaki sınırları anlayabilmek güçleşiyor.
Yine de yönetmen Gareth Edwards’ın ton dengesini tam olarak tutturabildiğini söylemek abartı olur. Örneğin, aceleye getirilmiş son perdedeki kaçışa inanmak öncekilere göre daha zor. Yine başlangıçtaki etik sorular da kısa sürede unutuluyor ve aksiyona kurban ediliyor. Ayrıca filmin 2070’indeki bazı teknolojiler, bugün de kullanılan örneklerine göre yavan ve daha az korkutucu görünüyor. Bu aksaklıklara rağmen, The Creator’ın yeni ve büyük bir bilimkurgu macerası olduğu su götürmez. Eğer türe meraklıysanız, Edwards’ın bu iddialı ve sürükleyici filminden yer yer The Matrix ve Avatar tadı almanız kuvvetle muhtemel.