“Dünyanın eskisi gibi olmayacağını biliyorduk. Kimimiz güldü, kimimiz ağladı, çoğumuzsa suskun kaldı. Hindu kutsal kitabı Bhagavad-Gita’dan bir satır hatırladım. Vishnu, Prens’i görevini yapması (savaşması) gerektiğine ikna etmeye çalışıyor ve onu etkilemek için çok kollu görünümüne (tanrısal formuna) bürünüyor ve ‘Şimdi ben, dünyaları yok eden ölümün ta kendisi oldum,’ diyor. Sanırım o an hepimiz buna benzer hisler içindeydik.”
1965 tarihli NBC News belgeseli The Decision to Drop the Bomb‘da, Trinity Testi’nin hemen ardından hissettiklerini böyle ifade etmişti Julius Robert Oppenheimer. Tarihin kaydettiği en büyük ve en korkunç savaş suçlarından birinin üstünden 20 yıl geçmişken, bu suçun baş faili olmanın vicdanî ağırlığıyla belki de günah çıkarıyordu.
Oppenheimer’ın atıfta bulunduğu Hindu miti, tanrı Vishnu’nun insan bedenine enkarne olmuş, yani hulûl, tecessüm etmiş hâli olan Krishna ve Prens Arjuna arasında geçen bir diyalog şeklindedir. Prens Arjuna, arkadaşları ve akrabalarına karşı bir savaşa girmeye mecbur bırakılır. Ancak o, bu ölümcül savaşa girmeyi reddeder. Krishna ise onun kaderinin savaşmak ve öldürmek olduğunu, kaderini gerçekleştirmesi gerektiğini söyler. Arjuna bir askerdir; savaşmakla görevlidir. Kimin yaşayıp kimin öleceğine Arjuna değil Krishna karar verir. Arjuna kaderin ona hazırladığı şey için ne yas tutmalı ne de sevinmeli; yalnızca kendisine yüklenen role teslim olmalı, kendini Krishna: yani Vishnu’ya adamalıdır. Ruhunu kurtaracak yegâne yol budur. O noktada Prens, Krishna’nın kendisine Vishnu olarak; yani gerçek, ilahî formunda görünmesini ister. Vishnu da bu isteği yerine getirir ve sayısız ağzı, gözü, elleri olan bir varlık olarak kendini gösterir. “Yüz binlerce güneş aynı anda göğe yükselse, yine de o evrensel suretteki yüce kişinin nuruna yaklaşamazdı.” Bu da Oppenheimer’ın, Trinity Testi’nin kendisine düşündürdüklerini ifade edebilmek için alıntıladığı bölümdür.
Oppenheimer’ın dil öğrenme konusunda sıra dışı bir yeteneği vardı. Filmde de buna değiniliyor. Isidor Rabi, yalnızca altı haftada kuantum mekaniği üzerine ders verebilecek kadar Felemenkçe öğrenmesine hayret ettiğinde Oppenheimer, “Kendimi zorlamayı severim,” diyor. Gerçek hayattaki arkadaşları da zor olan şeyleri sevdiği konusunda bu cümleyi doğruluyor. Tabii sadece diller konusunda değil, her konuda böyle olduğunu filmde yeterince görüyoruz. Sanskritçeyi de 1930’ların başında, Berkeley’de bir dil profesörüyle arkadaş olduktan sonra öğrendi. Doğu felsefelerine ilgi duyan pek çok Batılı entelektüel gibi, o da hayatla başa çıkmanın yolunu mistisizmde buldu. W. B. Yeats ve T. S. Eliot gibi hayran olduğu şairlerin de Hint felsefesinden etkilendiğini biliyordu. Filmde bir anlığına, hoş bir ayrıntı olarak Avrupa’daki buhranlı günlerinde T. S. Eliot‘ın Çorak Ülke‘sini okuduğunu görüyoruz.
Kitaplardan bahsetmişken, Christopher Nolan filminin aslında bir kitap uyarlaması olduğunu da belirtmemiz gerek. Zaten başlıktaki “Prometheus“a buradan ulaşıyoruz. Nolan’ı bu filmi çekmeye teşvik eden, Kai Bird ve Martin J. Sherwin‘in 2005 yılında yayımlanan “American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer” adlı Pulitzer ödüllü biyografik kitabı. Kitabın adı başta “Oppie” olarak düşünülürken, yayınevi bu ismi yeterince iyi olmadığı için reddedince yazarlardan Kai Bird’ün eşi Prometheus‘u önermiş. Bu isme ise atom bombasını ateşle özdeşleştirerek ulaşmış. Bu şüphesiz ki anlaması zor bir mantık. Tanrılardan insanların yararına çalınan ateşle insanların toplu ölümüne sebep olan ateşi; insanlık için kendini feda edenle kendi meslekî hırsları neticesinde insanları feda edeni kıyaslamak belki de gerçekten Amerikan mantığıdır. Prometheus Amerikan olunca tablo da demek ki böyle oluyor.
Amerika’nın katillerini, anti kahramanlarını sevdiren filmlerine zaten aşinayız. Suçlularını bile dünyaya pazarlamayı başarabilen bir film endüstrisine sahip. Ancak burada Nolan’ın yaptığını buna indirgeyemeyiz ve tabii ki Oppenheimer’ı da herhangi bir suçluya. Oppenheimer, kendi ifadesi ile eline kan bulaşmış biri. Ancak siyasî eğilimlerinden dolayı ve bunlar bahane edilerek, kızdırdığı ve kıskandırdığı meslektaşları ve güçlü insanlar tarafından her şeyin tek suçlusuymuş gibi gösterilip günah keçisi ilân edilmesi de bir Amerikan klişesi olsa gerek. Filmde de denildiği gibi, “kimse bütün hayatını savunmak zorunda kalmamalı”. Oppenheimer, “Elime kan bulaştığını hissediyorum,” dediğinde Başkan Truman’ın kati bir hissizlikle rahatça söylediği gibi, “Bombayı kimin yaptığı Hiroşima ve Nagazaki’dekilerin umurunda değil. Bombayı kimin attığı umurlarında. Ben attım. Hiroşima senin meselen değil.” Yapanın da atanın da bu suça ortak olduğu kuşkusuz.
Robert Pattinson, Tenet‘te beraber çalıştıkları sırada Christopher Nolan’a Oppenheimer’ın konuşmalarının derlendiği bir kitap hediye etmiş. Nolan derlemeyi ve ardından da konuya ilgi duyup American Prometheus‘u okuyunca, Oppenheimer’ın biyografisini çekmeyi kafasına koymuş. Başrol oyuncusu Cillian Murphy de kitabı rolü için bir rehber olarak okuyup sindirmiş. Bunun sonuçlarını da ziyadesiyle görüyoruz. Murphy, büründüğü her rolün hakkını veren bir oyuncu. Ancak Oppenheimer karakterinde, yeteneğinin de ötesinde karakterle doğal bir eşleşme mevcut. Her anlamda bu rol için biçilmiş kaftan. Öyle ki, ondan başkasının bu rolü oynayabileceğini düşünmenize izin vermiyor. Tabii ki rolünü hakkıyla oynadığını belirtmeye gerek bile yok. Breakfast on Pluto ve Oppenheimer‘daki iki performansını yan yana koyup baktığımızda oyunculuğunun gücünü daha iyi görebiliyoruz. Nolan’ın oyuncu seçimleri o kadar yerinde ki, özellikle Cillian Murphy ve Robert Downey Jr, bir noktadan sonra oyuncu kimliklerini tamamen unutturup oynadıkları kişiye dönüşüyor, izleyiciye filmi mümkün olduğunca gerçekmiş gibi hissettiriyor.
Film zaten kelimenin tam anlamıyla bir yıldız geçidi. Öyle ki, başınızı çevirdiğiniz her yerden kendini ispatlamış, ünlü, ödüllü bir oyuncu çıkıyor. Ve neredeyse tamamı ünlerinin, isimlerinin hakkını fazlasıyla veriyor. Örneğin, kötü adam rollerinin en “iyilerinden” Gary Oldman, tek sahnesinde, belki de oynayabileceği en kötü karakteri; yine en iyi şekilde oynuyor. Film üç ayrı zaman diliminde geçiyor. Avrupa’daki öğrenciliğinden başlayıp ABD’deki kariyerine, bombanın geliştirilmesine, Los Alamos’taki hayata ve en sonunda da soruşturmaya uzanıyor. Renkli çekimler Oppenheimer’ın anıları, yani aslında öznel. Siyah-beyaz olanlar ise belgesel niteliğinde, soruşturmayı ve soruşturmaya sebep olan fikir ayrılıklarının çıktığı tarihleri bu şekilde izliyoruz. Özellikle Kenneth Branagh, Alden Ehrenreich, Matt Damon, Josh Hartnett, Rami Malek, Casey Affleck oyunculuklarıyla göz dolduruyor. Filmin eksik taraflarından biri kadın karakterler üzerine yeterince iyi çalışılmaması. Emily Blunt‘ın oynadığı Katherine ‘Kitty’ Oppenheimer karakteri başlarda zayıf kalırken, film ilerledikçe pişiyor, hem senaryo hem performans olarak kendini gösterme şansı buluyor. Ancak Jean Tatlock karakteri sanki filme sonradan yapıştırılmış gibi eğreti duruyor. Bu da yine hem senaryoyla hem de oyuncunun performansıyla alakalı.
Nolan bu filminde daha önce yapmadığı bir şey yapıp seks sahnesi kullanıyor. Bu yanlış yerde atılmış gibi duran ilk adım, çoğu izleyici tarafından yadırganmış gibi görünüyor. Dahası, bu sahnelerden birinde daha önce değindiğimiz Hindu kutsal kitabının okunması da saygısızlık ve hatta ırkçılık olarak değerlendiriliyor. Nolan ise Oppenheimer’ın cinsel cazibesini, kadınlarla ilişkisini anlatabilmek için bu sahnelerin elzem olduğundan dem vuruyor. Eleştiriler abartılı olsa da, esasında bir mahkeme filmi havasında geçen yapımda bu sahnelerin gerçekten de sırıttığı görülüyor. Filmin bir diğer görece zayıf yanı da Einstein karakterinin yeterince tatmin edici yansıtılamaması. Filmde rolü ufak ama önemli olduğundan bulunduğu sahneler daha iyi kullanılabilirmiş. Film üç saate yakın süresiyle ve bol diyalog barındırmasıyla her izleyiciye hitap etmeyebilir. Ancak, herkesin bildiği şeyi, ilgi uyandıracak şekilde anlatmanın büyük ustalık gerektirdiği göz önüne alındığında Nolan bunu gayet iyi başarmış. Bir dehanın yaşadığı sancıları, hırslarını, zaaflarını, altına imza atması zor başarılarını izleyiciye bire bir aktaran bu film ile yönetmen, oyuncular ve emeği geçen herkes büyük bir alkışı hak ediyor.