Lord of the Rings ve The Hobbit gibi filmlerin yapımcılığını üstlenen Peter Jackson’ın Ölümcül Makineler (Mortal Engines) isimli prodüksiyonu geçtiğimiz hafta beyaz perdede gösterime girdi. Philip Reeve isimli İngiliz yazarın 2001 yılında yayımladığı distopik romandan uyarlanan ‘steampunk’ tarzı film, felaket sonrası belirsiz bir gelecekte hayatta kalma mücadelesi veren insanları konu alıyor. Çeşitli çevre felaketleri sonrasında dünyada kaynaklar kısıtlı hâle gelmiş ve bu durum, hayatta kalmayı başaran şehirleri yürüyen paletler ve tekerlekler üzerinde inşa etme zorunluluğunu beraberinde getirmiştir. Böylece şehirler kaynak elde edebilmek için yer değiştirebilecek ve gerektiğinde güç kullanabilecek duruma gelmiştir.
“Kentsel Darvinizm” kavramının uygulandığı bu kaotik dünyada, tekerlek üstünde giden şehirler “büyük balık, küçük balığı yutar” felsefesini hayata geçiriyor. Buna göre daha büyük ve güçlü imkanlara sahip olan şehirler avlanmaya çıkabiliyor ve gücü yettiği başka bir şehri gerçek anlamda içine alarak, kendi bünyesine entegre edebiliyor.
Filmin ilk sahnesinde “Londra” ile tanışıyoruz. Paletlerin üzerinde giden devasa bir şehir görünümüne sahip olan Londra, dışarıdan son derece heybetli görünüyor. Şehirde raylı sistem ve Londra müzesi gibi pek çok sembolik yapı bulunuyor. Hikâyenin 3000’li yıllarda geçmesine rağmen İngiliz kültürüne dair pek çok unsurun korunduğunu görebiliyoruz. Polis kıyafetleri, telefon kulübeleri ve otobüsler bunlardan bazıları. Londra, tüm heybetiyle paletler üzerinde giden bir metropolü andırıyor. Filmin açılışı Londra’nın küçük bir Alman kasabasını kovalamasıyla başlıyor. Nefes kesen görsel efektler ile aksiyon gereğinden fazla erken devreye giriyor. Seyirci olup biteni anlamaya çalışırken kendini aksiyonun içinde buluyor.
Sonrasında Alman kasabasının yakalanması ve Londra’nın içine çekilmesiyle birlikte, gizemli bir genç kızın Londra içinde sinsi planlar kurduğunu öğreniyoruz. Ardından ikinci bir aksiyon sahnesi başlıyor ve gizemli kız Londra’nın üst düzey yöneticisi Valentine tarafından kovalanıyor, ancak kız kaçmayı başarıyor ve şehrin dışına atılıyor. Kızın düştüğünü gören Tom Natsworthy isimli bir müze çalışanı kısa bir diyaloğun sonunda Valentine tarafından beklenmedik bir şekilde şehrin dışına itiliyor. İşte bu ilk iki heyecanlı aksiyon sahnesinden sonra filmin temposunda ciddi bir düşüş meydana geliyor. Film ciddi anlamda yavan bir hâl alıyor. İlk başta edindiğimiz izlenimin tam tersine, tekrar toparlamıyor. Tom ve Hester Shaw, bir dizi macera sonucunda sabit bir yerleşim yeri olan Shan Guo isimli Asya’lı bir metropol kente ulaşıyor. Bundan sonra olup bitenler Londra’nın özel bir kuantum silahı ile bu şehre vahşi ve hunharca saldırmasını konu alıyor.
Filmde, Batı ve özellikle İngiliz emperyalizmine göndermeler olduğu aşikâr. Londra devamlı saldırgan bir tutum sergilerken, Asya şehrinin barış yanlısı olduğu vurgulanıyor. Londra’nın saldırganlığı Hugo Weaving tarafından canlandırılan Valentine karakteri ile ön plana çıkıyor. Bu baskın karakterin yıkıp yakmaktan başka bir amacı yok gibi. Bir de Hester Shaw’u yakalamak için kullandığı fantastik bir yaratık var, onu da unutmayalım.
Mortal Engines yılın en büyük hayal kırıklıklarından biri olabilir. Peter Jackson ismine ve trailer’ına aldanıp, filme giden insanların büyük çoğunluğu da farklı düşünmemiştir kanımca. Karakterler berbat ötesi, oyunculuk oldukça zayıf. Hugo Weaving gibi usta bir oyuncu resmen heba edilmiş. Geri kalan oyuncular gereken duyguları aktarmada yetersiz kalıyor. Ne aşktan bir şey anlıyoruz ne de kişiler arasındaki husumetten. Karakterlerin derinliği neredeyse yok gibi. Sanki film karakteri değil de karikatür gibiler. Weaving dışında sadece Jihae isimli Asya kökenli kadın oyuncu performansıyla dikkat çekiyor. Gerisi tam anlamıyla bir facia.
Fantastik karaktere gerek var mıydı bilmiyorum, ama anlaşılan o ki yapımcılar kendisini araya serpiştirmek istemiş olsa gerek. Filmin başından sonuna kadar iyilerle kötüler arasındaki mücadeleye tanıklık ediyoruz ve aynen beklediğimiz gibi Valentine’ın ölmesiyle birlikte Londra savaşı kaybediyor. Baştan sona kurgusu belli olan film, izleyiciyi bir kez dahi şaşırtmıyor. Şahsen iki saat boyunca paletler üzerinde giden şehirlerin birbirini avlamasını izlemeyi tercih ederdim. Mortal Engines, başarısız bir Mad Max ve Açlık Oyunları kırmasını andırıyor.
Uzun lafın kısası inandırıcılığı olmayan, aptal bir aşk hikâyesi ile basmakalıp bir kurgu ve vasat oyunculuk, iki saatinizin boşa gitmesini sağlayacak cürette. Korkarım filmin görsel efektler ve Hugo Weaving dışında pek bir artısı olduğu söylenemez. O yüzden en iyisi, olması gerekeni yapalım ve kitabını okuyalım!
Hazırlayan: Cenk Tan