Top filme Netflix: The Platform, o parabolă socială impresionantă care spune despre noi mai mult decât am vrea

Metafor Yağmuru: The Platform

Netflix’in içerik haznesini durmaksızın arttırdığı şu günlerde bünyesine kattığı İspanya yapımı El Hoyo (The Platform) isimli filmi ülke ve dünya gündeminde yer edinmeyi başardı. Film daha önce, 2019 yılında Toronto Film Festivali’nde gösterime girmiş ve ilgiyle karşılanmıştı. Galder Gaztelu-Urrutia‘nın yönettiği, David Desola ve Pedro Rivero’nun senaryasonu yazdığı The Platform’un öne çıkan oyuncuları Ivan MassaguéZorion Eguileor ve Antonia San Juan. El Hoyo’nun, yönetmenin ilk uzun metrajlı film denemesi olduğunu da belirtmek gerek.

Dikkat: Yer yer sürprizbozanlarla karşılaşacaksınız.

Karakter Goreng (Ivan Massage), sigarayı bırakmak ve kitap okumak için gönüllü bir anlaşma ile girdiği hapishanenin 48. katında uyanıyor. Sonrasında bir diploma alacağı söyleniyor ancak filmde bu konu ile ilgili ayrıntılı bir bilgiye rastlanmıyor. Hücre arkadaşı ile tanışmasının ardından hücredeki oyuktan aşağı doğru seyredecek ve günde sadece bir kez gelecek olan yemek platformundan iki dakikalık bir süre içinde yararlanması bekleniyor. Platformun en üst katında bulunan mutfakta titizlikle hazırlanan yemekleri ve çalışanları görsek de, dışarıda sürmekte olan hayat ve sistem perde arkasında kalıyor. Ayrıca hapishaneye giren her mahkûmun en çok sevdiği yiyecek de menüye ekleniyor. Mutfakta yürütülen çalışmaların tanrı ve kutsal kitaplara yapılan göndermeler olduğu göze çarpan ilk metafor oluyor.

Hücreye giren kimselere yanlarında dilediği eşyadan bir tanesini bulundurma hakkı da tanınmış ve karakterimiz Goreng bu hakkını Don Kişot romanını alarak kullanıyor. Oysaki hücre arkadaşı orada keskinliğini yitirmeyen bir bıçakla bulunmakta. Goreng, uysal ve uzlaşmacı tavrı ile umudu diri, yarı deli bir şövalyeye dönüşeceğinin ve Sanço Panza gibi bir yolculuğa çıkacağının da sinyallerini veriyor.

Hapishanedeki sistem basit bir işleyişle sürüyor; mahkumlar, hücrelere gelen platformdaki envaiçeşit yiyecek ve içeceklerden istediği gibi faydalanıyor, ancak hücre içerisinde stok yapamıyor. Aksi halde hücredekiler cezalandırılıyor. Platform sürenin sonunda bir alttaki hücreye ilerlerken toplamda 30 gün kalacakları bu hücrede mahkûmları kısıtlayan tek kural yiyecek ve içeceklerden stok yapmamaları oluyor. Bunun haricinde her türlü aşırılığın kol gezdiği hücrelerde yaşayanlar, 30 günün sonunda uyutularak yepyeni bir hücrede uyandırılıyor. Bir önceki sefer nerede bulunduğuna bakılmaksızın farklı bir katta uyananlar, bu yeni hücrenin şartlarına derhal ayak uydurmak zorunda.

Metafor ve alt metin bombardımanına maruz kaldığımız filmde ilk dikkat çeken durum sınıflı toplumların doğal yapısına ışık tutması oluyor. Platformun kendi içindeki dengeli yapısında birçok sınıf bulunmakta, her hücrede yaşayan ikişer mahkûmsa bu sınıfların sembolik temsillerini oluşturuyor. Tıpkı son günlerde malumunuz olan Covid-19 virüsü nedeniyle yüzlerce kimseyle aynı toplu taşıma aracını kullanmak zorunda kalarak işe gidenlerle, “Sakin ol Champ… Evdeyim,” mesajının sahipleri gibi bu film de sınıflı toplumları gözler önüne seriyor. Bilindiği gibi dünya genelinde açlıktan ölen insanların sayısının hiç de azımsanmayacak boyutlarda olduğu çağımızda, tüm insanlara yetecek kadar birikimin sayılı kimselerin elinde olması ve bu durumun kabul edilmiş bir gerçekliğe dönüşmesi The Platform filminin de çıkış noktasını işaret ediyor. Üst katlarda bulunan mahkûmlar, aşağıdakileri hor görüyor. Bir sonraki sefer aşağılarda olma ihtimaline karşı bulundukları katta olağanca bencillikleri ile kötülüğe devam ederken izleyenleri gerilim dolu sahnelere de sürüklüyorlar.

Dikey bir hapishane ortamındaki hücrelerde ikişerli gruplar halinde yaşayan insanların sıradan gibi başlayan hayatlarına yakın çekim yapan film, seyirciyi hiç beklemediği bir serüvene zorluyor. Kan ve şiddet içerikli sahnelerin yanı sıra mahkûmların yemek yerkenki hallerini izlemek de birçok kimse için zor olabilir. Toplamda 333 kat bulunan bu hapishanede her hücrede ikişer kişinin olduğunu bildiğimizden mahkûm sayısı 666 yapıyor. Bu da filmin bir başka alt metni olarak çıkıyor karşımıza. Bildiğiniz gibi 666 sayısı pek çok toplumda kötünün habercisi ve kaçınılması gereken bir kavramı ifade eder. Bu hapishanedeki 666 insanın bir şekilde özünde kötü olduğu fikri ile karşılaşıyoruz.

Bir diğer alt metin spiritüalistlerin ön gördüğü reenkarnasyon kavramı ile ilintili diyebiliriz. Mahkûmların her ayın sonunda başka bir hücrede uyanmaları ve bir önceki döneme göre daha iyi ya da daha kötü şartlara maruz kalmaları ve buralarda edinecekleri deneyimler onları sonraki katlara hazırlamakta. Ancak burada insanların özünde kötü oldukları fikri yeniden baskın geliyor ve edinilen deneyimlerden ders çıkaramayışları vurgulanıyor. Yine çeşitli dinlerde yer alan “şükür” kavramına da yakın çekim yapan filmde, hücrelerdeki insanların her koşulda kendilerinden daha kötülerinin varlığıyla teselli bulmalarını izliyoruz.

Daha derine indiğimizde göze çarpan bir başka unsur, insanın iyi mi yoksa kötü mü bir varlık oluşu. Burada sırf kendi eylemlerimiz nedeniyle birçok kimseyi ölüme sürüklemek, onları açlıkla ve korkuyla yaşatmak ve en kötüsü de yamyamlık derecesinde bir saldırıyı başlatacak olmamız hakkında sorumluluk alabiliyor muyuz?  Etik sorunu burada baş göstermeye başlıyor. Ahlak kavramına en genel anlamda göz attığımızda insanların kendilerine ve diğer kimselere karşı sahip oldukları çeşitli sorumlulukları ifade eder. Toplumları oluşturan bireyler, gerek dini/örfi gerekse de sözleşmeler ile çeşitli etik kurallara uymak zorundadır. Platform ise Maslow’un öngördüğü hiyerarşinin en alt basamağında saplı kalmış kimseleri ele almakta. Burada can güvenliği ve hayatta kalabilmek için gerekli olan beslenme döngüsü, en başta dini kuralları veyahut dayatmaları devreden çıkartıyor. Toplumsal sözleşmeler ise hapishanenin koyduğu kısıtlamalar ile geçersiz kalıyor. Artık buradaki insanlar kendi doğrularını kendileri ilan etmek durumunda. Tam bu noktada Goreng’ın bir başka hücre arkadaşı paylaştırma kültürünü yeşertmeyi deniyor ve Goreng gönülsüz de olsa ona yardımcı oluyor. Ancak özünde kötü ilan edilen insanlar bu fırsatı da geri çeviriyor.

Filmin sonraki sahnelerine dikkat kesildiğimizde ise bir kadının çocuğunu aradığı ve bu uğurda ölmeyi ve öldürmeyi göze aldığını görüyoruz. “Böylesi bir vahşet ortamında bir çocuğun ne işi var?” diyenleriniz olmuştur. Kadın mistik bir yolcu ve hatta bir peygamber edasıyla “çocuk” ve “kurtuluş” kavramları yardımıyla umutları diri tutmaya çabalıyor. Kimsenin inanmadığı ve hatta zulmetmek istediği bu kadın, canı pahasına bu umuda sarılıyor. Çeşitli örgütlenmelerde karşılaştığımız “umut” kavramı kişiyi canlı kılmakta ve daha büyük bir olayın önemsiz ve arınmış bir basamağı ilan etmekte. Delikler arasında aşağıya doğru ilerleyen yemek platformu bu önemsiz kadına ve onun adağı aracılığı ile güçlenen umuda odaklanmamızı istiyor. Hikayede karşılaştığımız bir diğer karakterin kurtuluş sürecinde öngörülen şiddete karşı çıkması ve bunun yerine empati ve iletişimi koymak istemesi de mesaj kaygısını güçlendiriyor.

The Platform içerik olarak Snowpiercer, Next Floor ve Cube benzeri yapımların çizgisinde görünmesinin yanı sıra dış dünyadan izole bir ortamda yepyeni bağımsız bir kültür yaratması bakımından akıllara Dogtooth filmini getiriyor. “Yaşamak” ve “Var olmak” kavramlarının derinlemesine irdelenmesini isteyen film, uzun yıllar üzerinde konuşulacak bir yapım…

Yazar: Varlık Ergen

sabaha karşı başlamış bir doğumun eseriyim_ cennet bahçelerinden düşenlerdenim bir de- parçalanmış benliklerimin gölgesinde bir bireymiş gibi yaşıyorum_ tuzlu suyun yakınlarında olmak şanslı kılıyor beni- #ModelEvren #Sinestezi #KaraDua varlikergen.com -yazar-okur-seslendirir-

İlginizi Çekebilir

Yaşamın Metalaşması: Paradise

Kapitalizmin toplumsal yaşamdaki en büyük etkilerinden biri de hemen her şeyi metalaştırması ve metalaşan şeylerin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et