meander

Klostrofobinin Zirvelerinde: Meander

Hayat, kıymetli bir şey. Bazen belki ne istediğimizi bilmediğimizden, bazen bizim için çok değerli bir şeyi kaybettiğimizden, bazen de devam edip etmemek istediğimize bile emin olamadığımızdan, içinde boşluğa düştüğümüz bir zaman çizelgesi. Yine de çok dolambaçlı yollara sapmamak gerek çünkü kaybedeceklerimizin pişmanlığı büyük olabilir. Mathieu Turi tarafından yazılıp yönetilen Meander‘da, kendini bir labirentte kapana kısılmış hâlde bulan Lisa’nın öyküsüne şahit oluyoruz. Film boyunca Lisa’nın kurtulmak için elinden gelen her şeyi yapmasını izlerken biz de diken üstünde kalıyoruz ve bu tempo film bitene kadar neredeyse hiç düşmüyor.

Meander, Mathieu Turi’nin hem yazıp hem yönettiği bir film. Başrollerde Gaia Weiss (“La Révolution“) ve Peter Franzén‘i (Heart of a Lion) izliyoruz. Filmin açılışında başkarakter Lisa’yı (Gaia Weiss) yolun ortasına uzanmış, bir arabanın gelip kendisini ezmesini beklerken görüyoruz. Ne var ki son anda bu düşüncesinden vazgeçerek, tanımadığı bir adamın (Peter Franzén) arabasına binmeyi kabul ediyor. Olaylar bir anda hızlanıyor ve ekran kararıyor. Tekrar gözünü açtığında ise, Lisa tüp geçit benzeri bir yerde, üzerinde bir tür dalgıç kıyafetiyle uyanıyor. Biz onun içinde bulunduğu durumu çözmesini izlerken, Lisa çok geçmeden geri sayımın ölümcül bir öneme sahip olduğunu ve kendini nasıl bu tüplerde bulduğunu anlamaya başlıyor.

Film, izleyiciyi bir anda aksiyonun içine atmıyor. Aksine, önce ses kayıtlarıyla içimize kötü bir şeyler olacağı önsezisini yerleştiriyor, ardından güzel tonlamalara sahip, havadan çekilmiş sahnelere geçiyoruz. Arka planda ‘Through The Valley’ benzeri bir şarkı çalıyor ve olacaklar hakkında ipuçları veriyor. İleride tehlike ve ölümden başka bir şey yok, bunu da anakarakterimiz Lisa ile ilk defa, yolun ortasına yatmış beklerken tanıştığımızda anlıyoruz. Kızının ölümü Lisa’nın bütün yaşama azmini yok etmiş. Arabaya bindiğinde ise, bir şeylerin gelmekte olduğunu hissediyoruz. Ve gerçekten de oluyor. Nihayet Lisa uyandığında filmin tonu değişiyor ve gerçek gerilimin ne olduğunu hissetmeye başlıyoruz.

Lisa soğuk ve loş bir odada kolunda yanıp sönen bir bileklikle uyandığında, biz de onun kadar sarsılmış durumda buluyoruz kendimizi. Neyse ki durumun değişmesi çok uzun sürmüyor. Tam da burada Mathieu’nun hem yazarlığı hem de yönetmenliği öyle bir araya geliyor ki, insan koltuğuna yapışmak zorunda kalıyor. Meander’da duraklamaya yer yok. Çünkü, filmin adından da anlaşılabileceği gibi (Meander ‘kıvrımlı’, ‘dolambaçlı’ demek. İlginç bir bilgi, kelimenin kökeni antik Yunanca’daki Maiandros kelimesine dayanıyor. Bu da bildiğimiz Menderes Nehri) anakarakterimiz bu devasa bir fare labirentine benzeyen yapıdaki herhangi bir engelde dolambaçlı yollara saparsa ölmesi kaçınılmaz. Risk çok büyük ve yoldaki her engelin üstesinden gelirken, Lisa gibi izleyicilerin de durup dinlenmeden çabalaması gerekiyor. Tüm bunların amacı belirsiz olsa da, bir şey çok açık: Lisa durmadan ilerlemek ve sonuca ulaşmak zorunda ve bu koşuşturma içinde bizim de hop oturup hop kalkmaktan başka çaremiz yok.

Filmin ışık tasarımı ve kullanımı çok güzel; soğuk ve hapsedici. Görebildiğimiz şeyler dışındaki alanın karanlıkta kalması insanı bir klostrofobi hissi içine sokuyor. Bilekliğin ışığının Weiss’in yüzünü aydınlatması ve sahnelerde odakta olması çok iyi kotarılmış. Aynı zamanda dar açıların kullanılması da, özellikle anakarakterin dar pozisyonlarda resmen iki büklüm olduğu sahnelerde bu sıkışmışlık hissini arttırmış. Bu sahneler kendimizi kolaylıkla Lisa’nın yerine koymamızı sağlıyor. Alain Duplantier‘in sinematografisi ve Thierry Jaulin ile diğerlerinin üretim tasarımı bir araya gelerek ortaya seyir zevki çok yüksek bir iş çıkarmış.

Tüm bu elementler ayrı ayrı çok başarılı olsalar da, Meander’ın asıl başarısı Gaia Weiss’in muhteşem performansında yatıyor. Neredeyse filmin tamamında tek başına efor sarf ediyor ve özellikle de yüksek fiziksel kapasite gerektiren çekimlerde takdire şayan bir performans ortaya koyuyor. Weiss’in özellikle mimikleri ile yansıttığı karakter sayesinde, sıklıkla sanki bir oyuncuyu değil de Lisa adında gerçek birinin içinde bulunduğu durumu izlediğimizi sanıyoruz. Sahnede sadece yüzünün göründüğü dar çekimler, Lisa’nın bu cehennemvarî labirentten kaçmak için çabaladığı süre boyunca yaşadığı duygu değişimlerini yüzünden açıkça okuyabildiğimiz kısımlarla birleşince, seyirci olarak olup bitenleri soluksuz izlediğimizi anlamıyoruz bile. Lisa’nın ölü kızını görmeye başladığı kısımlarda ise, Weiss’in yüzünde yalnızca kızıyla yeniden bir araya gelebilmeyi isteyen bir annenin yaşadığı duyguları görürken kalbimiz paramparça oluyor.

Kısacası Meander, gerilimle dolu ve temposu hiç düşmeyen bir film. Gaia Weiss’in muhteşem performansı ile ete kemiğe bürünen Lisa’nın bu klostrofobik ortamdan kaçıp kurtulması için kendimizi dua ederken bulmamız işten bile değil. Temponun ayarı ve senaryonun ilerleyişi hiç sekmezken, Lisa’nın karşılaştığı engeller de çok iyi düşünülmüş ve kotarılmış. Film, Lisa’nın labirentte gözlerini açtığı andan sonuna kadar sizi koltuklarınıza çivileyecek.

Kaynak

Yazar: Erkam Ali Dönmez

Oyun sever, oyun oynar, oyun çevirir, oyun yapar.

İlginizi Çekebilir

Bilimkurgunun Bıçkın Delikanlısı: Karl Urban

Karl-Heinz Urban, 7 Haziran 1972’de Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da doğdu. İki ebeveyni de çok zengin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et