2009 tarihli film ile Star Trek evreninde süregiden sessizliği bozmayı başaran Abrams-Orci-Kurtzman üçlüsü, hem yarım asırlık bir külliyatın kökenlerini eşeliyor, hem de yepyeni bir gerçekliğe yelken açıyordu. Ancak gelecekten gelen ve intikam ateşiyle yanıp tutuşan Kaptan Nero’nun USS Kelvin’e saldırısıyla başlayan bu yeni gerçeklik, Star Trek’in evrensel popülaritesini genişletse de eski takipçileri cezbetmekten bir hayli uzaktı. Tabii keşif odaklı anlatısının yanı sıra siyasi, toplumsal, felsefi ve psikolojik sorgulamalarıyla öne çıkan bir külliyatın ana akım sinema normlarına göre biçimlendirilmiş yeni hâli pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Kimi J.J. Abrams’ı bir kurtarıcı gibi görürken kimi de Star Trek’i dinamitlemekle suçladı.
Eleştirmenler ve hayranlar tartışadursun, filmin gişede yüzleri güldürmesi yapımcılar için olumlu bir gelişmeydi. Üstelik uluslararası hasılat da tahminlerin çok üzerinde çıkmıştı. Bu oldukça önemliydi. Çünkü tarihsel bağlamda Star Trek’in Amerika dışı gişesi her daim sönük kalmaktan kurtulamıyordu. Elbette yapımcılar, yaklaşık 400 milyon doları bulan hasılatın da teşvikiyle devam projeleri üzerine yoğunlaşmakta gecikmedi. İlk filmin senarist ekibinde de yer alan Roberto Orci ve Alex Kurtzman’a, Lost dizisinin yaratıcılarından Damon Lindelof’un da katılmasıyla yazar kadrosu tamamlandı. 2009’un başlarında duyurulan filmin konusu ise sır gibi saklanıyordu. Üstüne üstlük Star Trek evreninin çok sevilen bir kötü karakterine yoğunlaşılacağına dair dedikodular da akıllara ister istemez Khan’ı getiriyordu. Tahminler doğru çıktı ve bir Star Trek efsanesi olan Khan geri döndü. Üstelik karizmatik aktör Benedict Cumberbatch’in performansıyla… Peki ama kimdi bu Khan Noonien Singh ve Star Trek için neden bu kadar önemliydi?
Khan’ın kim olduğunu ve nasıl ortaya çıktığını anlayabilmek için Federasyon öncesi döneme göz atmak gerekiyor. Star Trek yapımlarında geleceğin fütüristik ve ütopik dünyasıyla karşılaşsak da, insanlığın bu seviyeye gelmesi sanıldığı kadar kolay olmamıştır 2. Dünya Savaşı’nı takiben kutuplaşmanın hat safhaya ulaştığı bir dönemde bilim insanları, insan türünün ıslah edilmesi için Chrysalis adlı bir proje başlattı. Genetik mühendisliğe dayalı bu projenin asıl amacı ise bir nevi üst-insan yaratmaktı. Proje kapsamında yaratılan üstün insanlara Eugment adı verildi. Normal bir insana göre çok daha dayanıklı, güçlü ve zekidiler. Ancak işler yolunda gitmedi ve proje ters tepti. “Üstün yeteneklerle donatılmış üstün tutkulu” Eugmentler, 70’li yıllardan itibaren dünyaya hâkim olmaya başladı. Bu Eugmentler’den biri de Star Trek evreninin efsanevi karakterlerinden Khan’ın ta kendisiydi.
90’lı yıllarda egemenliğini iyice arttıran Khan, dünyanın dörtte birini kontrol altına almayı başardı. Dünya, Eugmentler’in himayesinde derebeyliklerine bölünmüştü artık. Tabii işler bununla da kalmadı ve tarihe “Eugenics Savaşları” olarak geçen kanlı bir sürece adım atıldı. Normal insanlarla 90 kadar Eugment’i karşı karşıya getiren ve toplamda 37 milyon insanın hayatına mal olan bu savaştan normal insanlar galip çıktı. Savaşın sonunda saltanatını yitiren Khan ise SS Botany Bay adlı gezegenler arası bir koloni gemisiyle dünyadan kaçtı. Ancak belirli bir varış noktaları olmayan Khan ve kurmayları, yaklaşık 250 yıllık bir derin uykuya yattı. Onları 2267 yılında keşfeden ise Enterprise mürettebatı oldu. Tabii kurtardıkları kişinin Khan olduğunu anlamaları ve amansız bir mücadeleye girişmeleri uzun sürmeyecekti.
Ricardo Montalbán tarafından canlandırılan Khan karakteri öylesine tutuldu ki, 1982 yılında çekilen ikinci Star Trek filmi The Wrath of Khan’da tekrar karşımıza çıktı. Çoğu kişi tarafından The Wrath of Khan, hem Ricardo Montalbán’ın başarılı performansı hem de karakterin derinlikli arka planı sayesinde gelmiş geçmiş en iyi Star Trek filmi olarak anılmaya devam ediyor. 2009’daki filmde kahramanlarımızın bir araya gelişini ve erken dönemini aktaran J.J. Abrams, 2013’te vizyona giren Star Trek Into Darkness’te ise en sağlam kozunu masaya sürüyor: Khan’ı. Tabii yeni bir gerçekliğe yelken açıldığı için Enterprise ekibinin Khan’la karşılaşması da bambaşka bir seyir izliyor. Film bize Khan’ı, terörist eylemlere girişen John Harrison adlı bir 31. Şube ajanı olarak tanıtıyor. Şu sıralar Discovery dizisinde de bol bol gördüğümüz 31. Şube, Federasyon’un kirli işlerini de yapan resmi bir istihbarat örgütü.
Kaptan Kirk, önce Londra’daki Yıldız Filosu Veri Arşivi’ne, ardından da Yıldız Filosu Karargâhı’na saldıran John Harrison’ı yakalamak için Amiral Alexander Marcus’tan izin almayı başarıyor. Ancak zekice bir hamleyle Klingon anavatanı Qo’noS’a kaçan Harrison’ın peşinden gitmek, pamuk ipliğine bağlı Federasyon-Klingon dengelerini de riske atmakla eşdeğerde. Tabii gözü kara Kirk için bunun pek de bir önemi yok. O her zaman olduğu gibi başına buyruk bir karakter ve Pike’ın intikamını almaya da kararlı. Sonrasında durulmayan bir aksiyona ve koşturmacaya bürünen yapım, seyirciyi de hız kesmeyen temposu eşliğinde sürüklüyor. Önceki filme nazaran felsefi ve etik tartışmalara daha fazla yer vermesine rağmen, Into Darkness de yeni nesil Star Trek anlayışının bir başka ayağı olmaktan kurtulamıyor.
Khan gibi potansiyeli yüksek bir karakterin aksiyona feda edilmesi, ister istemez The Wrath of Khan filmindeki o uzun uzadıya akıp giden felsefi tartışmaları mumla aramamıza neden oluyor. Hakkını vermek lazım ki Benedict Cumberbatch kendisinden beklenen performansı fazlasıyla sergiliyor, ancak biçilen senaryo nedeniyle karakterinin o efsanevi tarafını aktarmakta çaresiz kalıyor. Özellikle Yıldız Filosu Karargâhı’na tek başına dalması gibi akla mantığa sığmayan sekanslar evlere şenlik. Buna rağmen filmi sırtlayan karakter de yine kendisi. Hatta kimi bölümleri tek başına alıp götürürken, diğer karakterleri bile arka planda bırakabiliyor. Khan’a odaklanan bir filmde bu gayet olağan, fakat söz konusu öne çıkışların tümüyle aksiyon sahnelerinden ibaret kalışı pek de tatmin edici değil.
Öte yandan film, Kirk ile Spock arasındaki gerilimi inişli çıkışlı bir tansiyon eşliğinde vermeyi sürdürüyor. Seyirci nezdindeki aşinalıklarını ilk filmde pekiştiren oyuncuların performansları da bu rahatlıktan payını almış gibi görünüyor. Efsanevi karakterlere bürünürken artık kendilerini daha rahat sergileyebiliyorlar. Ancak özellikle Kirk ve Spock eksenli anlatıma yoğunlaşılması, ekip ruhuyla bilinen bir külliyatta diğer karakterlerin geri planda kalmasına ve dolayısıyla da eleştirilere yol açmıştı. Burada Khan ile bozulan denklem, bir sonraki Beyond filminde tümüyle yıkıldı ve karakterlere kısmen eşit süreler tanındı. Bu eleştirilere verilen olumlu bir tepkiydi ve takdir de topladı. Keşke aynı tutumu diğer eleştiriler noktasında da sergilemekten imtina etmeselerdi…
2015 yılında hayata veda eden ünlü aktör Leonard Nimoy’u Spock rolünde son kez izlemenin burukluğu bir yana, doğrudan The Wrath of Khan filmine ve Spock’ın öldüğü o meşhur sahneye yapılan göndermeler göz doldurucu. Tabii bu kez karakterler yer değiştirmiş bir şekilde karşımıza çıkıyor ve belki de filmin en dramatik anları bunlar. Sonuç olarak Into Darkness, her ne kadar ciddi sıkıntıları olsa da muazzam görselliği ve oyuncularının başarılı performansıyla izlemeye değer bir film. Evet, Star Trek evrenine yeni bir şey katmıyor, ama ilk filmin basitliğine de kaçmıyor.