2050 yılında yapay zekâ her yerdedir. Öyle ki insanlık, her ihtiyacını ve arzusunu tatmin etmek için ona güvenir. Sakin bir yerleşim bölgesinde dört ev robotu, aniden sahiplerini kendi evlerinde rehin almaya karar verir. Dağılmaya yüz tutmuş aile fertleri, o an evde bulunan diğer birkaç kişiyle birlikte kendilerini histerik bir maceranın ortasında bulur. Dışarıda ise en yeni nesil androidler olan Yonyx, yönetimi ele geçirmeye çalışmaktadır. Tehdit yaklaştıkça insanlar, ev robotlarının şaşkın bakışları altında birbirlerine girmeye başlar.
Jean-Pierre Jeunet, uzun bir aradan sonra ilk kez uzun metraj bir yapımla seyirci karşısında. 2001 çıkışlı Amelie ile geniş kitlelerce tanınan yönetmenin Netflix için bir bilimkurgu filmi yaptığını bilmek oldukça ilgi çekici bir haber. Zira Amelie ile yakaladığı anlatım dili oldukça çarpıcıydı. Film, aradan yaklaşık yirmi yıl geçmesine rağmen halen müzikleri ve replikleriyle kendinden söz ettirmeye devam ediyor. Dolayısıyla BigBug’da da benzeri beklentilerin ortaya çıkması gayet olağan. Ancak filmin beklentileri karşılayabildiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil.
Teknolojinin ve hâliyle teknolojik araçların yaşamımızdaki yeri malum. Gündelik hayatta sahip olduğumuz bütün imkânları onlara borçluyuz ve zamanla bu ihtiyacın daha da artacağı kesin. Akıllı telefonların çevresinde gelişen ve envai çeşit aletle ilerleyen sosyal yaşam için bundan farklı bir senaryo düşünmek mümkün mü? Jeunet de bu gerçeğin izlerini sürerek oluşturuyor anlatısını. Tıpkı Black Mirror gibi işlenen senaryo, tatlı-sert bir Terminator havasında teknolojinin kontrolden çıkışını anlatıyor. Bunu da kabus ikliminden grotesk sahneler yerine renkli ve hatta yer yer absürt enstantanelerle sunuyor.
Jeunet’nin cin fikirli bir yönetmen olduğu zaten ortada. Bunu bilhassa Amelie’nin vizyona girdiği dönemdeki etkisinden biliyoruz. Alışılagelmişin dışında bir bakış açısına ve vizyona sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. BigBug’da da aşina olabileceğimiz birkaç temayı, yine kendine özgü üslubuyla işliyor. Bunlardan ilki, yapay zekânın ortaya çıkışıyla meydana gelen değişimin insanlığın geleceğine dair yarattığı korkular. Bu korkuları alıyor ve senaryonun omurgasını üzerine inşa ediyor. Yapay zekâ ve robotlar mükemmeli arayışın birer neticesi olsa da, kusursuz sayılabilecek bir noktaya erişmesi mümkün mü?
İkinci nokta ise Steven Spielberg’ün 2001 yapımı A.I. (Yapay Zekâ) filminde işlediği “modern pinokyo” anlatısı. Jeunet, absürt bir mizah anlayışı ve çekim teknikleriyle insanlaşmaya çalışan robotların hikâyesini anlatıyor. Robotların her birine ayrıca odaklanıyor, hepsini teker teker önümüze çıkarıyor. Ancak anlatı, yine alışık olmadığımız, tanımadığımız sularda ilerliyor. Zaten filmin tamamı izleyiciye farklı bir çağın sesini duyurmak ister gibi. Üstüne üstlük karakterlerini de neredeyse “bizarre” denebilecek hallere sokarak, özgün ama seyirliği zor bir filme imza atıyor.
Jeunet’nin bunu bilinçli yaptığı kesin: Absürt, amaçsız ve parçalı bir anlatı… Ne var ki kendi anlatı dilinin bilimkurguyla bütünleşmesi sonucu izleyici için işler bir kat daha zorlaşıyor . Fakat ortalama bir izleyicinin bu panayır havasında, vodvil kıvamında yapıma ne kadar zaman ayırabileceği meçhul. Filmin ne anlatmak istediği, ne mesaj verdiği, neyi aktarmayı amaçladığı belirgin değil. Böylesi incelikle planlanmış bir gösteride asıl nokta atlanmış gibi. Bir anlatı yalnızca güzel fikirlerin, etkileyici sahnelerin kolajından ibaret değildir, fazlasını içermelidir. Neyse ki film kısıtlı bir lokasyonda geçiyor da yaşanan karmaşa nispeten daha az can sıkıcı oluyor. Özetle BigBug, bilimkurgusal öğeleri cömertçe kullanan, kimi detaylarıyla merak uyandıran ve sinematografik bağlamda olumlu işler barındıran, ancak meramını aktarmakta zorlanan bir yapım.