“Like father, like son.” Babasına çekmiş diye çevirebileceğimiz bu İngiliz deyimi, baba-oğul Cronenberg’e çok uyuyor. Zira filmin yönetmeni oğul Brandon ile baba David’in tarzları birbirini andırıyor. Etik değerleri, ahlaki yozlaşmayı, kişilik çatışmasını sorgularken kendinizi bilimkurgu soslu bir psikolojik gerilim/korku filmi izlerken buluyorsunuz. Yine alışıldığı üzere film, Cronenberg’in alametifarikası olan “beden korkusu” stilinden izler taşıyor ve birazcık da sınırları zorluyor.
Genç yönetmen Brandon Cronenberg’in bu uzun metrajlı üçüncü filminde başrolleri Alexander Skarsgård (James), Mia Goth (Gabi) ve Cleopatra Coleman (Em) paylaşıyor. Ana karakterimiz James, yeni şeyler üretmekte zorlanan bir yazar. Karısı Em ile birlikte La Tolqa adlı kurgusal ülkedeki bir otele yerleşiyor. Otel, turistleri ülkenin yerel halkından korumak için gayet izole ve hatta dikenli tellerle çevrili. Mutsuz bir evlilikte sürüklenen James, burada kendisinin bir hayranı olduğunu iddia eden flörtöz Gabi ile tanışıyor. Gabi ile kocası Alban, çiftimizi otelin dışında bir yere davet ediyor. Dönüşte ise sarhoş olan James, arabasıyla bir çiftçiyi öldürüyor. Ertesi gün polisler otele gelip James’i tutukluyor. Artık James’in önünde iki seçenek var: Ya idam edilecek ya da kendisini klonlatacak.

İnsan doğasının karanlık yüzünü inceleyen bu rahatsız edici filmde, ahlak ve etik başta olmak üzere konuşulması ve irdelenmesi gereken pek çok konu var. Hesap verme yükümlülüğü ortadan kalktığında ahlaki değerlerin nasıl hızla yozlaştığını ve insanın kendisini nasıl yok oluşa sürüklediğini izliyoruz. James, suç işledikçe kendini klonlatıyor. “Kişilik kırılımı”nı sembolize eden bu klonlama işlemi bize şu soruyu soruyor: “Eğer mükemmel bir replikanı yaratabilseydin, verdiğin veya vermediğin kararların ahlaki yükümlülüğünü kim taşırdı?” Klonlama, içi boş bir yeniden doğuşu simgeliyor ve gerçekle hayal arasındaki çizgiyi iyice bulanıklaştırıyor. Artık kimin kim olduğu belirsizleşiyor. Sonsuz kere klonlanan bir insan kendisi kalabilir mi, yoksa o da mı zamanla bir klona dönüşür? Adadaki zenginler, “gerçek” olmadığı için klonlarını değersiz birer nesne gibi görüp kullanıyor. Bu durum da bizi adalet kavramını sorgulamaya zorluyor. Orman kanunlarının geçerli olduğu bir ortamda adaleti kim tesis eder ve böylesine suni bir adalete kimin inancı kalır?
Bu noktada Cronenberg, teknoloji ve paranın da ahlaki çöküntüyü ve insanlıktan çıkmayı tetikleyebileceğini vurguluyor. Esasında yaşamı koruma amacına sahip olan klonlama teknolojisi, ahlaki yozlaşma için bir araç hâline geliyor ve şu soruyu sorduruyor: “Suistimale açık bir teknolojinin bu kadar ilerlemesi iyi bir şey mi?” Gerçek hayatta olduğu gibi filmde de yalnızca zengin ve ayrıcalıklı kesim cezadan kaçabiliyor; bu da paranın ve gücün insanı nasıl yozlaştırdığına yönelik bir sistem eleştirisi doğuruyor. Filmdeki zenginler paraları sayesinde cezai yaptırımdan yırtabilse de, James gibi bazıları kendi vicdanlarından kaçamıyor; bunun yerine kendini klonlatıp suçu da klonuna atıyor ama zamanla mental olarak yıpranıp boş bir kabuğa dönüşmekten de kurtulamıyor… İçi boş, gamsız, amaçsız…

Cronenberg, hedonizm ve bunun getirdiği ahlaki çöküşe de değiniyor. Müstehcen ve çarpıcı görüntüleri göstermekten çekinmeyen film, insanların eğer ahlaki ve toplumsal sınırları kalmazsa ne kadar ileri gidebileceğini irdeliyor. İşlediği suçları klonuna atabilme “özgürlüğü”nün bilincinde olan James, sapkın partilerde hedonizmi dibine kadar yaşıyor ve doğru-yanlış çizgisini de yavaşça yitirmeye başlıyor. Kasvetli olduğu kadar düşündürücü yapımda yoğun sembolizm kullanılımı da gözden kaçmıyor. Filme adını veren Infinity Pool (Sonsuzluk Havuzu), bitmez tükenmez şiddet, haz ve ahlaki yozlaşma döngüsünü simgeliyor. Tasarımı gereği sonsuz su görüntüsü izlenimi veren havuz, karakterlerin davranışlarının döngüsel doğasını vurguluyor. Her şiddet eylemi, yeni bir klonun amaçsız şekilde doğmasına ve ölmesine neden oluyor; böylelikle bir kısır döngüye giriliyor.
Filmin bir sahnesinde James’in de dâhil olduğu zengin grubu, “Sineklerin Tanrısı”nı anımsatan maskeler giyip iğrenç suçlar işliyor. Maskeler onlara kimliksizlik sağlıyor; bu sayede toplumsal kurallardan azade hisseden karakterler her türlü ahlaksızlığı doğal görüyor. Yazının sonuna gelirken oyunculuklara da bir parantez açmak lazım. Filmin yükünü Alexander Skarsgård ve Mia Goth çekiyor, ancak özellikle Mia Goth’un hakkını teslim etmek gerek. Çekici ve baştan çıkarıcı kadın rolünün hakkını veren aktris, âdeta yok oluşun bir simgesi hâline geliyor. Zaten kariyeri bu tarz rollerle dolu ve karakterinin kaotik doğasını izleyiciye aktarmayı ustaca başarıyor. Sonuç olarak insanlığın karanlık yüzünü eşeleyip açığa çıkaran film, düşünceyi ve düşünmeyi tetiklemesi açısından izlenmeye değer.