Tarih korkusu, tecrit edilmişlik, paranoya ve metamorfoz… İşte bunlar John Carpenter imzalı The Thing (Şey) filminin bel kemiğini oluşturuyor. Film, tarihin çok eski bir zamanında Güney Kutbuna düşmüş bir uzay gemisinden aniden derin uykusundan uyandırılan bir yaratığı konu alıyor. Norveçliler tarafından donduğu yerden çıkarılan “Şey” tüm Norveç ekibini öldürdükten sonra Amerikanların bölgesine gidiyor. İlk başta Amerikanlar bu duruma bir anlam veremiyor. Norveçlilerin istasyonuna gidiyorlar ve orada ilginç bir mezar ve daha sonra büyük bir uzay gemisiyle karşılaşıyorlar. Zamanla kendi istasyonlarındaki tüm kişiler Norveçlilerin kaderini paylaşıyor ve bu garip Şey tarafından birer ikişer ele geçiriliyor. Zira Şey çevresindeki her canlıyı önce yiyor, daha sonra onun hücresini taklit ediyor. “Onlar gibi görünerek” hayatta kalmaya uğraş veriyor. Ancak genç Vietnam gazisi MacReady (Kurt Russell) ve arkadaşları bu gidişe bir dur demek için birbirlerinden şüphe ve korku duyarak bu “Şey”i bulmaya kararlılar.
Bu film 1981 yılında çok önemsenmemişti. E.T. gibi daha liberal barışçı filmler revaçtaydı. The Thing’de uzaylılar barışçıl değillerdir. Hayatta kalmak için oldukça çirkin ve kötü bir biçimde dünyadaki canlı yaşamı kopyalayıp var olma derdindedir. Görsel efektler açısından ise zamanının bir hayli ilerisindedir film. Bugün bile izlendiğinde oldukça doyurucu görüntülere sahiptir.
Tehdit Dışarıdan Gelir
The Thing’de Antarktika‘da görevli araştırmacılar dış dünya ile en azından iki haftadır bağlantılarını koparmıştır. Dış dünya ile ilk temas halinde ise tipik bir klişeye uygun olarak felaket de gelir. Bir köpeğin karlar üzerinde koşturmasıyla açılan film, helikopterdeki bir kişinin sürekli köpeği öldürme çabasını uzun uzun gösterir. Köpek Amerikan istasyonuna sığınır ama MacReady’nin sürekli İsveçli dediği bu Norveçlilerce köpeği öldürmemek için bir gerekçe değildir bu. Onlar Amerikanların derin yalnızlık ve sakinliğine bir anda son verirler. Birisi istasyonda sağa sola ateş ettiğinde ise oranın şefi tarafından başından vurularak öldürülür. Amerikanlar “başkasının işine” bulaşarak felakete kucak açmış olur. Bu Amerikanların her büyük savaşın “içine çekildiği” muhafazakar düşüncesiyle de uyumludur.
Artık güvenli bir sığınak bulmuş köpeğin ortalıkta amaçsızca dolaşırken diğer köpeklerin arasına kapatılması bir kırılma noktasıdır. Köpek aniden metamorfoz geçirir. Diğer köpekler hırlar, havlar. Çoğu Şey tarafından yutulur, taklit edilir. İstasyondaki grup ise bundan dehşete düşer. İncelenen dünya dışı yaratığın hücresi hemen her canlıyı taklit etmekte ve “onun gibi” davranmaktadır. Bu açıdan çevredeki herkes “kendi gibi” görünse de aslında “bir Şey” olabilir. İşte bu sefer de kuşku içinde bir cadı avı başlar. Paranoya içinde herkes bir diğerinden kuşkulanır.
Sıradaki Kim?
Uzaylı yaratığın hiçbir iletişim sürecine girmeden doğrudan yok edici biçimde “egemen” olmaya çalışması ilginçtir. Karşımızda barışçı bir yaratık yoktur. Carpenter filmin çekimlerini de bolca kanlı, çirkin yaratık korkutuculuğu, yalnızlık ve tedirginlik yaratır biçimde kurgulamıştır. “Sonraki kim olacak?” sorusu sadece izleyicinin değil grup üyelerinin de bilmediği bir şeydir. Herkes kendinden bile kuşku duymaktadır.
Filmdeki doktor yaratığın hızla dünyaya yayılacağını bilgisayar ekranında öğrendiğinde ilk iş olarak odasını herkese kapatarak diğerlerinden iletişimini koparır, hemen sonrasında ise tüm istasyonun dış dünya ile yegane iletişim yeri olan santralı parçalar. İletişimsizlik salt dış dünya ile değil, kişilerin kendisiyle de kuramadığı bir problemdir. Kimse kendisini anlayamaz, O olup/olmadığını bilemez, böylece diğerlerini de anlamak mümkün değildir. Bu temel varoluşsal edimden mahrum olan kahramanlarımız da korku ve paranoya içinde sonunda tüm istasyonu yok edecek bir karanlığa düşerler.
Filmin sonunda yaratığın gerçekten yok edildiği garanti değildir. MacReady ile Childs siyah ve beyaz olarak uygarlığa ilişkin tüm şeylerin yok edildiği bir anda güçsüzce dinlenirler. Cehennem ateşi her yanı sarmıştır. Blair öldürülse de bu her şeyin bittiği anlamını taşımaz. Beklemek ve görmek gerekecektir. The Thing bu açıdan mutlu sona sahip değildir. Yaratığa ilişkin korku hâlâ bakidir. Yaratık daha iyi uyum sağlamış ve yeniden ortaya çıkacağı güne kadar derin bir uykuya dalmış olabilir.
Film şöyle bir söylem geliştirir: “İnsanın nereden geldiği belli değildir ama gittiği yer yok oluştur. Evrende yalnız değiliz ama yalnız olsak daha iyiydi.” Bu kötücül ve muhafazakar bakış açısına rağmen The Thing izlenmeyi hak eden ilginç bir Carpenter filmi…