Cameron Crowe’un yönetmenliğini yaptığı Vanilla Sky, yakın gelecekte gerçekleşmesi muhtemel bir konu etrafında bilimkurguyu psikoloji ve gerilim ile harmanlayan bir film. Eser aslında bir yeniden çevrim. İspanyol yönetmen Alejandro Amenábar‘ın 1997’de yazıp yönettiği Abre los ojos adlı film, 2002 yılında Hollywood’da yeniden ele alındı. Amenábar, Hollywood uyarlamasının senarist ekibinde de bulundu.
Bir medya patronunun oğlu olan David Aames (Tom Cruise), ailesinin trafik kazasında ölmesi üzerine babasının yayıncılık işini devralır. Aames, iş hayatında “yedi cüceler” olarak betimlediği yönetim kurulu üyeleriyle sorunlar yaşasa da hayatta istediği her şeye sahip görünmektedir. Zengin, yakışıklı ve geniş bir çevresi vardır. Gittiği her ortamda dikkatleri üzerine çekmekte, ilgi odağı olmaktadır. Bütün bu göz kamaştırıcı yaşantıya rağmen, yine de hayatında bir şeylerin eksik olduğunu hisseder. Derken arkadaşı Brian’ın (Jason Lee), kendisinin verdiği bir partiye getirdiği Sofia adlı kıza (Penélope Cruz) âşık olur. David yeni ilişkisinin heyecanına kapılır ve eski kız arkadaşı Julie’yi (Cameron Diaz) ihmal eder. Julie ise ondan intikam almak için birlikte seyahat ettikleri arabayla bilinçli biçimde kaza yapar. Kaza sonucunda David’in hayatı, kimliği, benliği altüst olur. Yüzü ileri derecede deforme olmuştur ve aynada kendine bakmak bile istememektedir. Bir maske takarak dolaşan David, hakikat ile rüya/yanılsama arasında gidip gelmeye başlar.
Kimliğin Dejenerasyonu
Filmin tematik olarak yoğunlaştığı konu, mutluluğun merkezinde yer alıyormuş gibi düşündüğümüz zenginlik ve yakışıklılık gibi fenomenlerin gelip geçiciliğidir. David, tam da bu role uygun biçimde seçilmiş Tom Cruise’un personasının ifade ettiği gibi istediği her şeye sahip, ideal mutluluğu ve dünyadaki cenneti yaşayan bir figür gibi görünse de, aslında yaşamında derin bir boşluk hissetmektedir. Aşkın, gerçekten samimi, içten bir ilişkinin yokluğu bu türden bir zenginliğin laneti gibi görünür. Görünüşte istediği her şeye sahip olsa da aslında gündelik yaşama yayılmış olan anlamsızlık David’i arayışa iter. Amenábar’ın filminde de oynayan Penélope Cruz’un canlandırdığı Sofia ile tanışması ise onun için heyecan verici bir kaçış hattı sunuyor gibidir.
Eski ilişkisinden hevesi kalmayınca tereddütsüz yeni ilişkilere yönelen kahramanımız, bu terk edişin bıraktığı etkileri çok da umursamaz. David, bu ayrılığın Julie üzerinde yarattığı yıkımın da çok farkında değildir ve bunun bedeli sahip olduğu en değerli şeylerin elinden gitmesidir. Yüzün kaybolması, dejenerasyonu motifi Hiroshi Teshigahara’nın Başkasının Yüzü filminde de ele alınmıştı ve aslında “yüzsüz” kalmanın kimlik açısından ne kadar yıkıcı olduğunu görmüştük. Yüzün kaybolması, yüzün “doğal” biçimde sunduğu korunaklı alanı yok ediyor; kimliği saydamlaştırıyor. Ötekilerle girilen toplumsal ilişkilerde yok olan mesafe duygusu kaybolunca, bir süre sonra birey kendi özgünlüğünü, değerliliğini yitirdiğini hissediyor. David de tam bu çıkmaza sürükleniyor ve anlamlı bir yaşam sürme olanağını yitirmiş görünüyor.
Lucid Dream ve Gerçek Dünya
Filme ilişkin spoiler vermiş olmakla birlikte, aslında film konusunun bilimkurgusal niteliği David’in yaşadığı bu soruna bulduğu çözümle başlıyor. David kaza sonrasında yeni kimliği ve yüzü ile yüzleşemiyor. Yaşadığı yıkım da onu daha alaycı, kuşkucu yapmak dışında bir sonuç yaratmıyor aslında. David de bundan sonra Sofia ile yeniden iletişim kurmaya çalışsa da artık eskisi gibi özgüvene sahip olmadığı için tedaviyi geleceğe ertelemeye karar veriyor. Çünkü gelecekte bir gün sahip olduğu bu yıkım ve hastalık için tedavi bulunabileceğini düşünüyor. Burada iki seçenek vardır. Ya derin uykuya dalacaktır ya da lucid dream, yani bilinçli rüya görme imkânı sunulacaktır. Yani bu derin uyku zamanı boyunca, hayallerini dilediği gibi gerçekleştireceği bir sanal dünyaya gözünü açacaktır. David ikinci durumu seçiyor ve aslında kendi bilinçaltının yarattığı distopyaya uyanmaya başlıyor.
Kulağa çok hoş gelen bu tedavi, David’in gerçekle hayali birbirine karıştırmasına neden oluyor. Kendi benliğine yönelik inanışları orada da devreye giriyor ve Sofia’nın Julie, kendisinin hasta, fiziki dejenerasyona uğramış haliyle eski playboy olduğu zamanki fiziki görünümü giderek iç içe geçmeye başlıyor. Gerçekliğin bu yitimi aslında David için uyanış fırsatı sunuyor. 150 yıldır uyutulan David bir seçim yapmak durumunda kalıyor. Ya alabildiğine gerçek gibi görünen hayal dünyasından, lucid dreamdan uyanacak, gerçek dünyaya dönüp tedavi görecektir ya da psikoz ve şizofrenik bir evre gibi görünen bu hayali durumda “tedavi” olmayı seçecektir.
Aslında filmi ve senaryoyu üst seviyeye çıkaracak bir tercih anı (neyin hakikat olduğuna dair) ve filmde açık bir cevap bulunuyor. Bu cevabın verilmesinin filmin etkisini zayıflattığını düşünebiliriz. Aslında bu tekinsiz durum, neyin hakikat olduğuna dair duyulan belirsiz inanç ve risk çok daha etkili, seyircinin bilişini daha iyi harekete geçirecek bir potansiyel sunuyor. Philip K. Dick tarzındaki bir dokunuş, filmi birkaç seviye üste çıkarılabilecekken yönetmen ve senarist bundan kaçınıyor.
Yine de Vanilla Sky’ın, yakın gelecekteki bir insanlık durumuna ilişkin oldukça gerçekçi bir hikâye olduğunu söyleyebiliriz.