Çok gülünç bir film izledim. Sanıyorum ki daha gülüncünü yapmak mümkün değildir.
Filmin, dünyanın ne yöne gittiğini tasvir etmeye çalıştığını da göz önüne alırsak, sanırım Dünyanın Gittiği Yön (The Way the World is Going, 1928) adlı kitabım da rahatlıkla kendini bu filmle ilişkilendirebilir.
Filmin adı Metropolis. Almanya’daki büyük Ufa Stüdyoları tarafından yapılmış ve halka aksettirildiği kadarıyla yapımında büyük paralar harcanmış.
Filmde mekanik ilerlemeye dair akla gelebilecek her türden sersemce, klişe, sığ ve beylik laf, kerameti kendinden menkul bir duygusallık sosuyla servis ediliyor.
Film, dediğimiz gibi bir Alman yapımı. Kötü işleri bir koruma kotası altına doldurmaya başlamalarından önce, müthiş güzellikte pek çok Alman filmi çıkmıştı. Bu film Anglosakson beğenisine hitap edecek şekilde uyarlanmış ve muhtemelen bu süreçte özünden bir şeyler kaybetmiş, lakin bu hoşgörü penceresinden baktığımızda bile, zeki izleyicilerin filmin temelinde yattığını şıp diye anlayıverecekleri şapşal bir hava hâkim.
Muhtemelen bu cıvık bulamacı beğenmeyişimin sebeplerinden biri de, içinde otuz yıl önceki kendi toyluk eserim olan Efendi Uyanıyor‘un çürüyen parçalarına rastlamam olsa gerek. Capek’in “Robotları” hunharca bir kenara atılıyor ve pek çok Alman icadına babalık da yapmış olan Mary Shelley’nin o ruhsuz mekanik canavarı bu kargaşada bir kez daha ürüyor.
Orijinallik yok. Bağımsız düşünce yok. Yazarlar, kendileri yerine tahayyül edecek birilerini bulamayınca moderniteye sarılmış gibiler.
Devasa şehrin üzerinde süzülen uçaklarda modern gelişmelere dair hiçbir iz yok, oysa aralara serpiştirilecek birkaç helikopterle, dikey veya öngörülmedik şekillerde havalanan birkaç farklı hava aracıyla çok daha göze hitap eder bir hâle gelebilirdi.
Motorlu araçlar 1926 veya daha eski modellerden. Korkarım onlara dair de başından sonuna dek tek bir yenilikçi fikir, tek bir artistik yaratım veya zekice bir öngörü yok. Ufak tefek birkaç orijinalliği atlamış olabilirim ama yine de hiç sanmıyorum. Bu, zekâsına saygı duyan izleyicileri feci sıkmış olsa da, aslında filmi oluşturan fikirlerin tartısını çeken, bu kafa yapısını net bir şekilde gösteren bir durum olmuş.
Filmin İngilizce reklamlarında deniyor ki, “Metropolis kelimesi bile bizzat büyüklüğün ve yüceliğin sembolü.” Bu da bize kelimelerin anlamları konusunda atıp tutmadan önce bir kez olsun sözlüğe bakmanın ne denli önemli olduğunu gösteriyor.
Belki de bu durum çevirmenin başının altından çıkmıştır. Almanca aslı olan ‘Neubabelsburg‘ kelimesi çok daha uygun ve kolayca ‘Yeni Babil‘ olarak da çevrilebilirdi. Anlatıldığına göre, bu öyle bir şehirdir ki, ‘yüz yıl ötededir‘. Çok, çok büyük bir şehirdir ve tüm hava ve mutluluk göklerdeyken, işçiler Efendi Uyanıyor‘daki mavi yakalılar gibi aşağılarda, çok aşağılarda yaşar. Tabii, mütevazı 1897 yılında sosyal yapının bu şekilde anlatılması mazur görülebilirdi; gel gör ki o tarihten bu yana otuz sene geçti, pek çok fikir düşünüldü ve pek çok tecrübe kazanıldı.
Artık biliyoruz ki, geleceğin bu dikey büyüyen şehirleri, en hafif tabiriyle oldukça olanaksızdır. Şehir merkezindeki onca yoğunluklarına rağmen New York ve Chicago’da bile, hesapsızca büyümüş olan kısımlar sadece yönetimsel bölgeler ve eğlence alanlarıdır. Merkez bölgelerdeki bu yoğunluğun kendisi arsa değerlerini çok arttırmakta, böylece endüstriyi ve iç gücünü şehir merkezlerinden uzaklardaki daha ucuz, daha havadar bölgelere yönlendirmektedir. Bunların hepsi 1900’den önce yazılıp çizilmişti. Gelgelelim 1930’lu yıllarda Ufa Stüdyoları’ndaki dâhiler, çeyrek asırdan daha uzun bir süre önce yazılmış Beklentiler (Anticipations of the Reaction of Mechanical and Scientific Progress upon Human Life and Thought, 1901) kitabıma denk geliyorlar. 1901 yılı İngiltere nüfus sayımlarının sonuçları, şehir nüfuslarının merkezden dışa doğru genişlediğini, yatay genişlemeye yapılan yatırımlarla bunun daha da arttığını açıkça ortaya koyuyordu. Bu dikey tabakalaşma meselesi artık eski ve bayat. Metropolis, tüm yönleriyle yüz yıl ötede olmak şöyle dursun, nereden baksanız çağımızdan otuz yıl geride.
Üstelik, şekil yönü bayatlığı en hafif gösteren tarafı. Bu devasa şehri diken kişi, güya baskın karakterli tek bir kişi. İngilizce versiyonunda adı John Masterman (Usta), ola ki kalibresi konusunda şüpheye düşeriz diye bu isim verilmiş herhâlde. Oğluna ise talihsiz bir şekilde Eric adını koymuş, eski usul John dururken. Yanında Rotwang adında bir mucit var ve birlikte makineler tasarlıyorlar. Bazı başka kişiler de var, ‘zenginlerin çocukları‘ günlerini gün ediyor, bir tür zevk bahçesindeki açık giyimli kadınlarla oynaşıyorlar. Nüfusun geri kalanı ise perişan hâlde kölelik ediyor, onar saatlik vardiyalarla çalışıyorlar. Harcayabilecekleri kadar para kazanmıyorlar, ne özgürlükleri ne de malları var. Zenginliği makineler üretiyor, bunun nasılı ise açıklanmamış. Hepsi birbirinin tıpkısı motorlu araçlar görüyoruz ama bunları işçilerin satın alacak parası yok, zenginler ise tenezzül etmiyorlar. Günümüzün orta direk kesimi bile kendine has bir havası olan arabaları tercih ediyor. Bu ruhsuz araçları, Masterman kendini eğlemek için ürettiriyor herhâlde.
Seyirci bu hummalı çalışma içindeki makinelerin seri üretim hattından çıkardıkları ürünleri neden kimsenin kullanmadığını sorgularken, Masterman bu arada giderek zenginleşiyor. Bu, açıkça görülebileceği üzere tam bir saçmalık. Halkın çoğunluğunun harcayacak zenginliğinin olmadığı mekanik bir uygarlıkta zenginlikten de söz edilemez. Seri üretim makinelerinin var olmadığı bir ortamda, zenginliği üretilebilmesi için uçsuz bucaksız sayıda beş parasız işçinin varlığı gerekebilir ancak, bu işi gören makineler varken bu durum bir tutarsızlığa yol açıyor. Çin’de hâlâ böyle bir toplum var, eskiden diğer ülkelerdeki büyük şehirlerde de vardı ancak böyle bir şeye mekanik endüstrileşmede en ileride olan Amerika’da rastlanmaz; geleceğin şehrinde de rastlanacağına inanmamız için hiçbir sebep yok.
Masterman’in düsturu ‘verimlilik‘, bunun ziyadesiyle ürkütücü bir kelime olduğuna inanmamız bekleniyor. Bu aptalca manzaranın mucitleri endüstriyel verimlilik alanında yapılan atılımlardan o kadar habersizler ki, Masterman’i makine operatörlerini yorgunluktan bayılacak raddeye gelene dek çalıştıran bir gaddar olarak gösteriyorlar, öyle ki operatörler bayılıyor, makineler patlıyor ve insanlar haşlanarak ölüme mahkûm ediliyor. Makine operatörlerinin işkence içinde, sinyallere karşılık olarak manivelaları çevirdiğini görüyoruz, nedense bu işi otomatize edip çok daha efektif hâle getirmek dururken bunu insanlar yapıyor. İşçilerin ruhsuz, kimliksiz, ölümüne çalışıp bir kenara atılacak varlıklar olduğuna çokça vurgu yapılmış. Hâlbuki mekanik bir toplumda angarya işler yapan insanlara rastlanmaması gerekir; makineler ne kadar efektif ise makine operatörlerine o kadar az ihtiyaç duyulur. Köleye ihtiyaç duyan bir fabrika, insan öldüren bir organizasyon efektif değildir. İnsanlığın sırf angarya işlerle uğraştırıldığı zamanlar artık insanlık olarak gerimizde kaldı. Film ise bir tür kötü niyetli aptallıkla bu gerçeklerle ters düşüyor.
Günümüz ekonomik yaklaşımı boş angaryayı tamamen ortadan kaldırmaya yöneliktir. Yetenekli ellerle yapılan işi, yetenekli ellerin yönettiği sofistike makinelerle değiştirerek yarı yetenekli, kısmen çok yönlü ve rahat işçiler yaratmaktır. Bu durum gerçekten de geçici bir süre toplu bir işsiz nüfusuna yol açabilir, Efendi Uyanıyor‘da da karanlıklarda yaşayan büyük bir işsiz ordusu vardı. Ne var ki o 1897’de yazılmıştı, büyük nüfus artışlarını önleme olasılıkları dünyaya yeni yeni hâkim olmaya başlamıştı. O zamanlar üretime katkı sağlamayan insanlardan oluşan utanç verici bir yeraltı dünyasının varlığına inanmak çok kolaydı. Bu büyük boşlukla ne yapacağımızı bilmiyorduk. Ancak günümüzde bu bir bahane olamaz. Üstelik bu filmin öngördüğü durum işsizlik değil, angaryayla uğraşan işçiler. Makineleşmenin tam da angaryayı ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu kavrayamamışlar.
‘Verimlilik‘ seri üretim demektir, olabildiğince gelişmiş makineler ve yüksek maaşlar demektir. Amerika’da incelemeler yapmak üzere gönderilen İngiliz Hükümeti delegasyonu oybirliğiyle bu görüşte karar kılmıştır. Amerika’da sürekli artan endüstriyel verimlilik sayesinde angarya işle uğraşan işçilere ihtiyaç o kadar azalmıştır ki, bu kendiliğinden vasıfsız işçi göçüne karşı bir bariyer oluşturmuştur. Belli ki Ufa’nın bundan haberi yok.
Filme geri dönelim. Genç bir kadın bir anda ortaya çıkarak bu vasıfsız işçilere ‘yardım etmeye’ çalışıyor. Masterman’in oğlu Eric’i etkiliyor ve birlikte ‘Katakomplara’ gidiyorlar. Burası gaz vanaları, buhar hatları, kablolar ve drenajla dolu bir yer olacağına, Roma’daymışçasına iskeletlerle dolu bir yer, Metropolis şehrinin altında bir sığınak. Kadın burada bir tür Hristiyan ritüeli yapıyor, vasıfsız işçiler de onu seviyor ve ona güveniyor. Elektrikli lambalar artık her yerde bulunuyor olmasına rağmen, kadın Katakomplarda yolunu bir meşaleyle aydınlatıyor.
Meşaleye geri dönüş de filmin havasına cuk oturuyor. Meşaleler Hristiyanca’dır, öyle ya, meşale insancıldır. Meşalelerin ruhları vardır, öte yandan elektrikli el lambaları habis, mekanik, ruhsuz şeylerdir. Kötü kalpli mucit çok büyük bir elektrikli lamba kullanır. Mary ise bir pazar okulu öğleden sonrasındaymışçasına kucaklayıcıdır. ‘Dininin‘ başat öğretisi makineleşmenin ve verimliliğin yergisidir. Babil’in öyküsünü yeniden anlatır, insan eforu ne kadar hırslanır ve sınırları aşarsa, Cennet’in hiddetinin o kadar arttığını vurgulayan bir ahlakî öğreti ortaya koyar. Bildiğimiz gibi, Babil’in öyküsü ‘Gurur‘un kötülüğünü anlatır. İnsan ruhunun diz çökmesi gerektiğini öğütler. İnsanın acziyetini tekrar tekrar kafasına sokar. Anladığımız kadarıyla Babil Kulesi kel adamlar tarafından inşa edilmiş. Size filmde orijinal hiçbir şey olmadığını söylemiştim ama bakın bu orijinal bir fikir. Babil Kulesi’ni yapan kel adamlar görüyoruz, hem de binlercesini. Neden kel oldukları açıklanmıyor. Komik olsun diye yapılmış bir şey değil, komik de değil zaten, sadece filmdeki saçmalıklardan biri. Kadın Metropolis işçilerine baş kaldırmamalarını, isyan etmemelerini öğütler, onun yerine Cennet’in öfkesine bel bağlamalıdırlar.
Öte yandan mucit Rotwang bir Robot yapmaktadır, üstelik görünüşe göre fikir babası Capek’ten izin almadan. Robot insan gibi görünmeli ve çalışmalı, ancak bir ruha sahip olmamalıdır. Vasıfsız işçinin yerini alması için üretilir. Masterman üstüne basa basa bu icadın ruhunun olmaması gerektiğini söyler, anlamadığım şey ise neden olsun ki? Mekanik atılımlar vasıfsız işçiyi ve insan faktörünü ortadan kaldırmak için yapılır zaten. Ancak belli ki filmin yapımcıları buna oldukça önem vermiş, kendilerinin ruhtan, sevgiden, insanlıktan yana olduklarını vurgulamak istiyor gibiler. Saatlerin ve diğer elektrikli araçların da ruhlarının olmadığının altını neden çizmemişler bilmem. Masterman, baş kötü olduğunu vurgulamak istercesine, Rotwang’ı robotu Mary’nin suretinde yapmaya ikna ediyor; böylece Robot işçiler arasında bir isyanı ateşleyecek, ekmek tekneleri olan makineleri yok etmelerine yol açacak ve sonra da çalışabilmek ve yaşayabilmek için aslında onlara ihtiyaçları olduğunun kafalarına dank etmesini sağlayacaktır. Epey karmaşık bir plan ama görüyorsunuz ya, Masterman bu kadar kötü biri işte. Gururlu, verimli, modern ve daha birçok kötü sıfata sahip.
Sonrasında ise filmdeki saçmalıkların zirvesi geliyor: Robotun Mary’nin suretine dönüştürülmesi. Görüyoruz ki Rotwang, modern şehrin içinde küçük, eski bir evde yaşıyor. Evde, pentagramlar ve ev sahibinin asla içinden söküp atamadığı kadim Germenik inanışlara dair objeler var. Ufaktan Mephistopheles’in kokusu bile alınabiliyor. Demek Ufa için bile, Almanya o eski sihir seven Almanya olabiliyor. Belki de Almanlar Brocken’den ayrılsalar da o Almanlar’ın içinden tam olarak ayrılmamıştır. Rotwang, besbelli ki gizlice küçük evinin içinde bolca ekipmanı olan modern bir laboratuvar kurmuştur. Mary’nin suretinin Robota aktarılması için yakalanması, şeffaf bir kokteyl çalkalayıcıya benzeyen bir makineye yerleştirilmesi ve pek çok farklı piroteknik işleme maruz kalması gerekmektedir. Baştan Mary’ye benzeyen bir Robot yapma fikri ise niyeyse dâhi mucidimizin aklına hiç gelmemiş. İşlem sırasında Robotun etrafı çeşit çeşit halelerle dolar, etraftaki beherlerin sayısı abartılı ölçüde çoktur, arada küçük patlamalar ve elektrik sıçramaları olur. Rotwang tüm bu süreci kendine hiç güvenmeyen bir ifadeyle takip eder ve neyse ki sonunda suret aktarılır, her şey durulur. Sonra sahte Mary izleyicilere kötücül bir şekilde göz kırpar ve işçileri ayaklandırmak üzere yola koyulur. Olaylar olur, mutat olduğu üzere suda mücadele sahneleri görürüz, bazı tehlikeli ama inandırıcı olmaktan uzak ‘makine parçalamalar‘, ‘isyancılar‘ görürüz. Sonra ise tuhaf bir şekilde, Masterman’in dersini aldığını, işçilerin ve işverenlerin ‘Sevgi‘de birleşmeleri gerektiğini anlarız.
Bir an bile bu saçma hikâye inandırıcılık kazanmıyor, bu iç karartıcı olaylar silsilesinde bir tek eğlenceli veya ikna edici sahne bile yok. Tamamen boş. Gülünç bile değil. Kadroda bir tane bile göze hoş görünen veya sempatik veya eğlendirici karakter yok. Oyuncular da bu akılsızca, taklitvari tuhaflıklar içinde ikna edici veya iyi bir performans sergilemeye yeltenmiyorlar. Filmin önemli veya muhteşem bir mesajının olduğu havası tamamen göstermece. Okyanus’un hem bu tarafında hem de öbür tarafında bu filme tolerans gösterebilen eleştirmenlerin varlığına bile şaşırdım. London Times’ın haberine göre, filmin bütçesi altı milyon markmış! Bu kadar parayı neye harcadılar çok merak ettim açıkçası. Efektlerin pek çoğu modellerle çok daha ucuza kotarılabilirdi.
Hepsinden de kötüsü bu hayal gücünden yoksun, tutarsız, duygusallığa oynayan filmin, pek çok başka fırsatı da boğacak olması.
Alman müteşebbisliğine olan inancım büyük bir darbe aldı. Yapımın sergilediği entelektüel tembellik beni dehşete düşürdü. Almanlar’ı çalışkan bilirdim. Endüstriyel anlamda modern olmaya çalıştıklarını sanıyordum. Mekanik icatlara yönelik günümüz trendleri üzerine düşünmek aslında takdir edilmesi gereken bir tutum. Ancak otuz yıllık bir kitaptan kopya çekmek ve banal Viktorya dönemi değerlerini diriltmeye çalışmak yerine, pek çok genç araştırma görevlisinin, hırslı ve modern mimarların ve mühendislerin güncel icatlar konusundaki görüşlerini almak ve bunları artistik bir bakış açısıyla harmanlayıp sunmak bu filmi yapmaktan hem çok daha kolay hem de çok daha az maliyetli olurdu, bundan eminim. Herhangi bir teknik fakülte 2027 yılı için öngörülen havacılık ve ulaşım yöntemleri konusundaki beklentileri ve taslakları paylaşmaya hevesli olurdu. Günümüzde verimliliği arttırmak için çalışma şartlarının nasıl düzenlenmesi gerektiğine dair yapılmış sayısız araştırma var, bunları alıp anlaşılacak bir biçimde izleyiciye sunmak oldukça kolay olmalı.
Endüstriyel kontrolün gelişimi, endüstri ve politika ilişkisi gibi konulardaki soru işaretleri, bunların ileride ne gibi gelişmelere gebe olduğu günümüzün popüler tartışma konuları. Belli ki Ufa’dakiler ya bunlardan habersiz ya da haberleri olsun istemiyorlar. Bu konuların günümüz bakış açısıyla yorumlanıp sokaktaki insana nasıl aktarılacağını anlayamayacak kadar kalın kafalılarmış. Sinema dünyasının en kötü geleneklerini benimseyen, hunharca kendi kendini tekrar eden, kör göze parmak reklamların bir şeyleri halka ulaştırabilmek için yeterli olduğunu sanan yapımcılar, akıllarına sorgulayıcı eleştirmenlerin korkusu hiç düşmeden, kendi bakış açılarından ötesini bilmeye veya anlamaya yönelik hiçbir teşebbüste bulunmadan devasa stüdyolarında işe koyuluyorlar ve bu cahilce, eski kafalı zırvalardan arka arkaya onlarcasını üretiyorlar, üstelik bu sırada belki çok daha iyi filmleri de kalabalıklarıyla boğuyorlar.
Altı milyon mark! Ne büyük israf!
Filmi izlediğim sinema salonu kalabalıktı. En pahalıları hariç tüm koltuklar neredeyse tamamen doluydu, aralardaki tek tük boşluklar da film başlayana kadar doldu. Hepsi yüz yıl ötedeki şehrin nasıl olacağını merak edip gelmiş olsa gerek. En azından pek çoğu bu vaadin çekiciliğine kapılıp gelmiştir diye düşünüyorum. Bana kalırsa tepkisiz bir seyirci kitlesiydi, kimseden bir yorum duymadım. Metropolis’in inandırıcı bir tahmin olup olmadığına inandılar mı, bilmiyorum. Filmin mi yoksa insanlığın geleceğinin mi çok aptalca olduğunu düşündüler, onu da bilmiyorum. Ancak ikisinden birine inanmış olsalar gerek.
Kaynak: 17 Nisan 1927, The New York Times | Erişim Bağlantısı