Eski bir asker olan Dan Forester, şimdilerde bir lisede biyoloji öğretmenliği yapmakta, sakin bir hayat sürmektedir. Ancak bir Brezilya maçı sırasında onun ve bütün dünyanın hayatı ansızın değişir. Çünkü gelecekten geldiğini söyleyen bir grup asker sahada belirir ve kendi zamanlarında yaşanan uzaylı istilasına karşı yardım çağrısında bulunur… İşte The Tomorrow War, bu ilginç olaydan hareketle karşımıza çıkan bir yapım.
Amazon Prime‘ın özgün içeriklerinden biri olan filmin yönetmenliğini Lego’yu da yöneten Chris McKay üstleniyor. Başrollerinde ise Jurassic World ve Galaksinin Koruyucuları serileriyle aşina olduğumuz Chris Pratt, Chuck dizisinden tanıdığımız Yvonne Strahovski ve Whiplash’teki performansıyla Oscar ödülü kazanan usta oyuncu J. K. Simmons yer alıyor.
Not: Yazının devamı spoiler içermektedir.
Film, 2022 yılına yolculuk yapan askeri birliğin savaş davetiyle başlıyor ve böylece tüm dünya yarının savaşı için hazırlıklara koyuluyor. Kısa süre sonra, 2051 yılındaki savaşta görev almak üzere pek çok insanın geleceğe gönderildiğini görüyoruz. Ancak çok geçmeden binlerce insan savaşta öldüğünden ve hem fiziksel hem de ruhsal olarak hasar aldığından savaş karşıtı gösteriler patlak veriyor. Film bize bu atmosferi iyi yansıtıyor ve söz konusu ruh haline girmeyi kolaylaştırıyor. Öte yandan 2051 yılından 2023’e geçişlerde görsellik de olağanüstü. Silahlar, teknolojik araçlar, düşman yaratıklar ve dekorun tamamı inanılmaz bir emeğin ürünü. Bilhassa savaşa ilk girilen kısımlardaki askeri sahneler Tom Cruise’un başrolünde olduğu Edge of Tomorrow’u (Yarının Sınırında) anımsatıyor.
Jumplink teknolojisi özelinde zamanda yolculuğa dair sahnelerdeki anlatım ve paradoksların önlenmesi adına uygulanan yöntem ise akıllıca. Birçok filmdeki gibi basit bir yolculuk temasından kaçınılarak işin bilimsel arka planı izah edilmeye çalışılıyor. Gelecekten gelenlerin henüz doğmamış olmaları ve geleceğe gidenlerin de o günleri göremeden öldüğü bilinen kişilerden seçilmesi önemli birer detay. Ancak bunun yanında filmin mantık hatalarıyla dolu olduğu da bir gerçek. Bu hatalar kimi yerlerde filmin önüne geçiyor ve izlenme keyfini düşürüyor.
Örneğin uzaylı saldırgan türün gelişindeki gizemi onlarca bilim insanı çözememişken, Emmy Forester’ın hızlıca keşfetmesi göze batan ilk sorun. Avengers: End Game’de Tony Stark’ın zamanda yolculuğu bir gecede çözmesi bile daha mantıklı kalıyor mukayese edilince. Filmde bu gizem şöyle açıklanıyor: Gelişmiş bir uzaylı türü gemileriyle Dünya’ya düşüyor ve biyolojik silahları yani saldırgan yaratıkları buzulda saklı kalıyor, ta ki küresel ısınma yüzünden buzullar eriyene dek. İlk kez 2048’de ortaya çıkan yaratıklar, birkaç yıl içinde de gezegeni silip süpürüyor.
Bu yönüyle kurgu, Love, Death & Robots’un The Secret War adlı bölümünü anımsatıyor. Ancak sorun da zaten burada başlıyor. Dizinin aksine filmde her şey fazla hatalı görünüyor. Onca insan gelecekte ölürken kimse geçmişe bu yaratıklardan bir parça getirmeyi ve üzerinde deney yapmayı akıl etmiyor, ama bir asker hatıra olsun diye yanında bir yaratığın pençesiyle geri dönünce işler değişiyor. Üstelik bu numuneyle yaratıkların kökeni tespit edilirken bir lise öğrencisinden bilgi alınıyor. Dünyada onca bilim insanı varken bu yola başvurulması inanılmaz. Bir de üstüne üstlük devlet binlerce insanı askere gönderirken imtina etmiyor da sorunu çözme umuduna “vergi mükellefleri” diyerek burun kıvırıyor. Haliyle kahramanlık yapması gereken ekibimiz elini kolunu sallayarak sıradan bir uçakla gizlice Rusya’ya sızıyor ve görevi yerine getiriyor.
Filmin bir diğer sorunu ise tempo. Hikayenin gereğinden fazla uzadığı bir gerçek ve bu durum tempoyu yer yer düşürüyor. Ayrıca duygusal sahnelerin aşırı uzatılması seyircide “acaba yerli yapım mı izliyorum?” izlenimi doğuruyor. Üstelik abartıya kaçan fedakarlık sahneleri, gereksiz yere göze sokulan kahramanlık konuşmaları kimi zaman can sıkıcı olabiliyor ve birçok sahnede klişelerin izleyiciye adeta kör göze parmak şeklinde dayatılması seyir kalitesini düşürüyor. Halbuki bu sahneler kısaltılsa ve yapımın temposu artsa, çatışma sahnelerinin ve çekimlerin kalitesi ön plana çıkacak. Yani baba-oğul ya da baba-kız gibi duygusal çatışmalarının düzeyi doğru ayarlansa ve “Amerika Kahraman, hepimizi o kurtardı!” geyiğine daha az yer verilse filmin izlenirliği artacak.
Özetle, bağlı bulunduğu evreni güzel kuran senaryo bu bağlamda iyi bir hazırlığa sahip, ama iş çözüme gelince duygusallık ve kahramanlık nidalarından mantık hatalarını gidermeye yeterince fırsat kalmıyor. Yine de Amazon’un hakkını vermek lazım. Netflix yapımlarının aksine çerezlik bir film olarak bile izlenmeye değer.