dunyayi ardinda birak

Dünyayı Ardında Bırakmak Mümkün mü?

Netflix’te yayımlanan ve en çok izlenenler listesine girerek tartışmaların odağına yerleşen Dünyayı Ardında Bırak (Leave The World Behind), Bangladeş kökenli yazar Rumaan Alam’ın 2020’de okurla buluşan ve 2023’te İthaki Yayınları tarafından dilimize de çevrilen aynı adlı romanından uyarlanma bir “apokaliptik” bilimkurgu. Yönetmenliğini ve senaristliğini, Mr. Robot dizisinin yaratıcısı Mısır kökenli Sam Esmail’in gerçekleştirdiği, ABD eski başkanı Barack Obama’nın da danışmanlarından olduğu filmin başrollerinde ünlü oyuncular Julia Roberts (Amanda Sandford karakteriyle), Ethan Hawke (Amanda’nın eşi Clay Sandford karakteriyle) ve Mahershala Ali (G. H. Scott karakteriyle) yer alıyor. Bu yazımızda filmin öyküsüne, vermeyi amaçladığı açık ve örtük mesajlarına, filmde izleyicileri bekleyen sürpriz göndermelere ve roman ile film arasındaki temel farklılıklara değineceğiz.

Film (ve roman) hakkındaki tanımlamayı yaparken bilhassa “post-” ön takısını kullanmadan doğrudan “apokaliptik” diye belirtmemizin nedeni, eserin tam da büyük çapta bir felaketin yaşandığı ilk saatlere ve karakterlerin bu belirsizlik anlarındaki gerilim yüklü psikolojilerine odaklanması. Bu felaketin sadece ABD’de yaşandığını film boyunca verilen ucu açık ipuçlarından ötürü temkinli bir şekilde kabul edebiliriz. Olaylar ABD’nin New York kırsalında bulunan tatil beldesi Long Island’daki lüks villa ve etrafındaki ormanda geçtiği ve dahası internet dâhil bütün iletişim hatları koptuğu için biz izleyenler de tıpkı filmdeki karakterler gibi tam anlamıyla ne olduğunu anlayamıyoruz. Bu belirsizliğin içinde sadece kimi zaman filmdeki karakterlerin de tam yakalayamadığı, TV ve telefon ekranlarında anlık belirip sönen uyarıları görüp araba radyosundaki cızırtılı kesik kesik gelen haberlerin sesini işitebiliyoruz.

Spoiler Uyarısı

Filmin Öyküsü ve Düşündürdükleri

Mesleği reklamcılık olan Amanda ile İngilizce ve medya çalışmaları profesörü kocası Clay’in, iki çocuklarıyla beraber (Farrah Mackenzi’nin canlandırdığı küçük kızları Rose ve Charlie Evans’ın canlandırdığı genç delikanlı Archie) Brooklyn’deki evlerinde Sunset Parkı yakınlarında rahat ama mütevazı bir hayatları vardır. Amanda, ya mesleğinin getirdiği bir deformasyon olarak ya da zaten karakteri hep öyle olduğu için bütün insanlardan tiksinircesine nefret etmektedir. Çünkü insanlar ona göre arzularının kölesi ve kolay manipüle edilebilir aciz varlıklardır ama hiç de öyle değillermiş gibi ikiyüzlü bir hayat sürmektedirler. Filmde olaylar, Amanda’nın Airbnb’den aile boyu bir tatil için Long Island’da sahile yakın ve havuzlu lüks bir villa kiralamasıyla başlar. Airbnb ilanında villa için “Dünyayı ardında bırakacağınız bir yer” denmektedir ki sonunda gerçekten de Amanda ve ailesi için durum tam olarak öyle olacaktır.

Bu noktada, Long Island’ın ABD sosyolojisindeki ve şehir mimarisindeki özel yerine değinmek gerekli. Bilim, Teknoloji ve Toplum Çalışmaları (STS) literatüründeki başat makalelerden olan ve Langdon Winner’ın 1980 yılında yayımlanan “Do Artifacts Have Politics?” – “Yapıtların Politikası Var mıdır?”ında, Long Island’ı şehre bağlayan yollar inşa edilirken köprülerin bilhassa toplu taşıma araçlarının altından geçmesini engelleyecek alçaklıkta, yalnızca özel araçların geçebileceği yükseklikte olduğu belirtilmektedir. Bunun nedeni ise ABD toplumundaki içkin ırkçılıktır, çünkü 1970’lerde sadece beyazlar özel araba sahibi olabilecek servete sahiptir ve siyahiler eğer Long Island’daki plajları kullanmak istese bile köprülerin alçaklığından ötürü otobüsle oraya gidemeyecektir. Kısacası Long Island, tarihte ABD toplumundaki ırkçılığın ve sınıfsal ayrımların bir sembolü olarak, beyazlar için şehirden izole bir “ütopya” adası şeklinde inşa edilmiştir. Zaten film boyunca Amerikan toplumundaki bu toplumsal fay hatlarının izdüşümlerine karakterlerin ön yargıları, akıllarından geçip de –kibarlıktan ötürü- farklı cümlelerle ifade ettikleri şeyler üzerinden şahit oluruz. Dolayısıyla, öykünün geçtiği mekân olarak Long Island, bu ideolojik tarihinden ötürü oldukça isabetli bir seçim niteliğinde.

İlk gün plajda dev bir tankerin yaklaşıp sahile oturması, bir şeylerin ters gittiğine dair ilk işaretlerdendir. Bu tankeri ilk kez küçük kız Rose’un fark etmesi, ama bir gariplik olduğuna dair kimseyi inandıramaması da filmdeki önemli ayrıntılardan. Zaten daha sonra film boyunca gerçekleşen bazı gariplikleri (geyiklerin evin etrafındaki ormanda belirmesi veya izlediği Friends dizisinin final bölümünün internetin kesilmesi yüzünden yarım kalması gibi) ilk kez hep Rose fark edecektir. Kiraladıkları villaya döndüklerinde, Amanda ve ailesi hâlen her şey yolundaymış gibi tatillerine devam eder, ta ki gece vakti kapıları çalınıp da kiraladıkları evin gerçek sahipleri olduklarını söyleyen ve o gece orada kalmak isteyen siyahi bir adam (Mahershala Ali’nin canlandırdığı G. H. Scott) ve genç kızı (Myha’la’nın canlandırdığı Ruth) kapılarında belirene kadar. Söylediklerine göre şehirde elektrikler kesilmiştir ve o kaos ortamında Long Island’daki villalarını güvenli bulduklarından gelmişlerdir. Gelenlerin kimliğimiz yanımızda yok demesi, internet de kesik olduğundan herhangi bir doğrulama yapamaması Amanda’yı bilhassa çok rahatsız eder. Böylesine lüks bir ev nasıl “onların” olabilir, bunu pek aklı almamaktadır.

Kocası görece liberalliğine toz kondurmamak adına hiç ön yargı sergilemeden onları eve buyur eder ama bodrum katında kalmaları kaydıyla, üstelik G.H. yol açtıkları rahatsızlık nedeniyle kiradan 1000 dolar indirim yapmış ve evdeki kasayı açarak nakit olarak parayı ellerine saymıştır. Amanda ise kocasıyla özel konuşmasında mesleği gereği insan sarrafı olduğunu, o insanlara inanmadığını, belki de o evdeki hizmetçi ve uşak oldukları için kasanın yerini bildiklerini dile getirse de, aslında itiraf edemediği gerçek şudur: İçindeki örtük ırkçılıktan ötürü gece vakti kapısında beliren iki siyahinin hırsız veya dolandırıcı olmasından kuşkulanmaktadır. Amanda ve ailesi olaylar çığırından çıkmaya başlayıp paniğe kapıldıklarında villadan ayrılsa da, Tesla marka otonom araçların birbirlerine çarpıp yolu tıkamalarının yol açtığı dehşetten korkup mecburen geri döndüklerinde siyahi baba onları eve yine kabul eder. Ama kızı Ruth bu durumdan hiç hoşlanmamıştır. Üstelik hâlen kendi evlerinde, bodrum katında kalmaya devam etmektedirler, bu durum ne kadar daha sürecektir?

Zaman geçtikçe filmin gerilim dozu artar. Gelip giden karıncalı TV ekranında, ABD genelinde bir siber saldırı gerçekleştiğinin görüntüsünü görürler. Uçaklar kontrollerini kaybedip düşmeye başlamıştır. Ara ara ortaya çıkan ve evin camlarını çatlatacak derecede şiddetlenen süpersonik bir ses kulaklarını sağır edercesine çınlamaktadır. Bir dron tarafından havadan atılan kağıtlarda Arapça veya Farsi harflerle “ABD’ye ölüm!” yazmaktadır ki komşuları Danny’nin (Kevin Bacon’ın canlandırdığı) söylediğine göre hatlar kesilmeden önce ABD’nin batı yakasındaki bir arkadaşı bu sefer Korece veya Çince harflerle benzer kağıtların gökten dronlarla atıldığını söylemiştir. Bu komşuları, ABD’de redneck denilen türde aşırı sağcı, kafayı komplo teorileriyle bozmuş (ama yaşanılanlar âdeta bütün o komplo teorilerinin gerçek olduğunu göstermektedir), bir gün çıkabilecek bir iç savaşta hayatta kalabilmek adına evine silah, ilaç ve yiyecek depolamış biridir. Amanda ve Clay’in oğlu Archie’nin sebebi belirsiz bir şekilde dişlerinin dökülmeye başlaması ile yardımına başvurabilecekleri tek kişi Danny’dir, ama onların bu yardım talebini tüfeğiyle karşılamıştır. Yeni düzenin gücü yeten yetene olduğunu acı bir şekilde öğrenmişlerdir.

Zengin müşterilerinin yatırım danışmanlığını yapan G. H.’nin bütün bu yaşanılanlara dair yine müşterilerinden birinin daha önce anlattığı bir şey üzerinden geliştirdiği bir açıklaması vardır. Bir ülkeyi işgal etmenin en ucuz yolu üç aşamadan oluşmaktadır. Birinci aşamada, ülkenin bütün iletişim altyapısı çökertilerek düşman kör ve sağır bırakılır, ekonomi de çökeceği için kıtlık da baş gösterecektir. İkinci aşamada, o ülke insanlarının hassasiyetlerini kaşıyacak bütün dezenformasyon taktikleri, yalan yanlış haberler devreye sokulur, böylece insanlar kendilerini ve ailelerini korumak için kabuklarına çekilecek ve birbirleriyle işbirliği yerine sadece savunmaya geçerek hayatta kalmaya çalışacaktır. Üçüncü aşama ise çöküş ve iç savaştır. Hedefteki toplum bunu zaten ilk iki aşamanın doğal bir sonucu olarak kendi kendine gerçekleştirecektir. Hepsinin sonunda ise “zinde güçler” bir darbeyle ülkenin kontrolünü ele geçirecektir. Acaba filmde yaşanılanlar da böyle bir şey midir, içeriden birileri bir darbe planını mı yürürlüğe koymuştur, yoksa gerçekten de ABD’nin bütün düşmanları (İranlılar, radikal İslamcı Araplar, Kuzey Koreliler, Çinliler vb.) birleşip topluca ABD’ye mi saldırmışlardır? Bunu karakterler gibi biz izleyiciler de bilemeyiz.

Filmin sonunda ise küçük kız Rose, ormanda başka bir zengine ait boş bir evi ve evin sahibinin kıyamete hazırlık için inşa ettirdiği yer altı sığınağını bulur. Bu sığınakta “medeniyete” dair her şey mevcuttur, hatta Rose’un yarım kalan dizisi Friends’in DVD arşivi bile. Rose, DVD çalara dizinin son bölümünü takarken, kendisini arayan annesi Amanda ve siyahi genç kız Ruth ise uzaklarda New York gökdelenleri üzerinde yükselen kara dumanları görmektedir. İkisi, daha az evvel birlik olup evin etrafını saran geyikleri avazları çıkana dek bağırarak kaçırmayı başarmıştır, yani aslında işbirlikleri hayatlarını kurtarmıştır. Filmde geleceğe dair umut verici tek sahne belki de budur denilebilir.

Yönetmenin bu ucu açık bitiş seçimi, sosyal medyadaki genel okur yorumlarında filmin sonunun olmadığı yönünde eleştiriyle karşılansa da, aslında tam da filmin anlatmak istediğine uygun bir final olduğu söylenebilir. “Dünyayı Ardında Bırak”, alışılageldik kıyamet filmlerinde olduğu gibi son dakikada ortaya çıkan kahramanların insanlığı kurtardığı bir film değil, iyiler kazanmıyor, kim iyi kim kötü zaten belli değil. Film boyunca yavaş yavaş yükselen kaos ve belirsizlik, gittikçe dozajını artırıyor ama film belirli bir nihayete varmadan ve izleyiciyi Aristo’nun Poetika eserinde tragedyalar için söylediği gibi bir katharsise ulaştırmadan bitiyor, doğru. Fakat zaten tam da teknolojik aletlere hayatın her alanında bu denli bağımlı oluşumuzun yol açtığı kırılganlığımız, onlar yok olduğunda ortada güvenebileceğimiz yasalar ile ahlak ve etiğin kalmayabileceği gerçeği filmin tam da anlatmak istediği şey. Böyle bir durumda sudan çıkmış balık gibi şaşkınlık denizinde ve belirsizlik girdabında kaybolacağımızın acı gerçeğini izliyoruz. Bu yanıyla “Dünyayı Ardında Bırak”, teknolojiye bağlı –ve bağımlı- olmadan da insanlık medeniyeti denen şeyi anlamlı kılan bu değerleri ayakta tutabilecek ve kriz anlarında bile yaşatabilecek bir düzeni çok geç olmadan ve acilen inşa etmemiz gerektiğine dair izleyicileri uyaran bir film.

Filmin başlangıcında Clay, Amanda’ya “medyanın hem bir kaçış hem de bir yansıma olduğunu” söyleyen eski bir öğrencisinden bahsediyor. Bu yönüyle de Rose karakterinin nihai seçimi, yani dünya yanarken oturup korunaklı sığınağında Friends dizisini izlemeye devam etmesi, dünyanın çeşitli bölgeleri ateş hattında inlerken ve bazı coğrafyalarda açlık bir diyet değil de günlük rutinin gerçeğiyken sosyal medyaya ve dijital ekranlara bağımlı bizleri ne kadar da anımsatıyor. İşin ironisi de elbette bu mesajın bir Netflix filmi aracılığıyla verilmesi. Kısacası, Sezen Aksu’nun meşhur şarkısında dediği gibi, “Masum değiliz, hiç birimiz…”

Kıssadan Hisseler

Filmde, bir ülkeyi içeriden işgal etmenin en ucuz yolu olarak lanse edilen o üç aşamalı plan ne kadar da ürkütücü bir gerçek, ama yalnızca ABD için mi? Kahramanmaraş ve Hatay depremleri sonrasındaki ilk birkaç günde yaşanan kaos ortamında yolların birtakım insanlar tarafından kesildiğini, yardım erzaklarına silah zoruyla el koyulduğunu izledik hep. Ve beklenen büyük İstanbul- Marmara depremi sonrasında, yıkılan sadece binalar mı olacak, yoksa toplumsal kirişler çöktüğünde bilhassa ilk birkaç gün içinde sosyal bir yamyamlık mı başlayacak? Türkiye olarak etnik, dinsel ve mezhepsel fay hatlarımız bizi dezenformasyona ve manipüle edilmeye karşı acaba ne kadar kırılgan kılıyor? Hele de son birkaç yıldır entegrasyon ihmal edilerek kontrolsüz bir şekilde ülkeye gelen farklı coğrafya insanlarının dönüştürdüğü toplumsal yapımız, reaksiyoner sağ ve ırkçı görüşlerin de buna karşılık yükseliyor oluşu ve artan hayat pahalılığı yüzünden açılan sınıfsal uçurumlar birtakım tehlike çanlarının çalmaya başladığının işareti değil mi? Son günlerde meşhur olan bir sokak röportajında dendiği üzere, gerçekten de “sosyal bir çürümenin” mi içindeyiz?

Dünyayı Ardında Bırak”, izlerken insana kendi ülkesinin toplumsal fay hatlarını anımsatıp benzeri bir durumda nelerin yaşanabileceğine dair kâbusvari senaryoları düşündürüyor. Bu yüzden, yazının başlığında sorduğumuz sorunun bir cevabı olarak,  dünyayı ardında bırakmak aslında hiçbir zaman mümkün değil, çünkü biz istesek de dünya bizi bırakmayacak…

Diğer Şeyler

Dünyayı Ardında Bırak” romanında, filme göre çok daha fazla husus açık bırakılmış. Filmdeki gibi siber saldırı, iç savaş vb. ek olası açıklamaların yokluğu, belirsizlik miktarını çok daha fazla kılıyor. Ayrıca karakter seçimlerinde de önemli bir fark var. Romanda Ruth, G.H.’nin kızı değil eşi ve filmdekinden farklı olarak ikisi 60’lı yaşlarındalar. Romanın sonunda ise Rose, sığınakta oturup dizi izlemek yerine orada bulduğu erzağı ailesine götürmeye çalışıyor. Bu yüzden filmin romana göre daha karanlık bir final tonu var diyebiliriz.

Filmin geçtiği lüks villada, yatak odasındaki tabloda başlangıçta sakin bir deniz manzarası var. Olaylar ilerledikçe değişik sahnelerde tablodaki dalgaların gittikçe büyüdüğünü, hatta filmin sonlarına doğru bütün tabloyu kapladığını görüyoruz. Yani yatak odasındaki o tablo, aslında filmdeki karakterlerin artan belirsizlik dolayısıyla içlerinde yükselen gerilimin dışavurumunu sembolize ediyor. Benzer şekilde, salondaki tabloda başlangıçta siyah ve beyaz noktalar ayrıkken, zaman içinde siyah ve beyaz boyalar âdeta eriyerek iç içe geçiyor ve tabloya kaotik bir kompozisyon hâkim oluyor. Bu da filmdeki beyaz ve siyah karakterlerin karşılıklı yaşadığı iç içe geçmişliğin, ön yargıların erimesinin ama yine de hep bir köşede kalmaya devam etmesinin simgesi.

Yararlanılan Kaynaklar:

Yazar: İsmail Yiğit

1982 Ankara doğumlu. Türkiye Bilişim Derneği’nin 2016 yılında düzenlediği bilimkurgu öykü yarışmasında “İhlal” adlı öyküsü üçüncülüğe seçildi. Fabisad'ın düzenlediği 2017 GİO yarışmasında “Satır Arasındaki Hayalet” adlı öyküsüyle öykü dalında başarı ödülü kazandı. İlgilendiği ana konular: Teknolojinin toplumsal inşası, sosyoteknik tasavvurlar, siber savaşlar, otonom silahlar, transhümanizm, post-hümanizm, asteroid madenciliği, dünyalaştırma... Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Michael Crichton ve Kim Stanley Robinson, kalemlerini örnek aldığı yazarlar arasında. Parolası: “Daha iyi bir dünya pekâlâ mümkün!”

İlginizi Çekebilir

yesilcam bilimkurgu komedi

Türk Bilimkurgu Sinemasının Absürtleşme Yanlışı

Tüm diğer sanat dallarında olduğu gibi, sinema da kültürel ve tarihsel bir birikimin sonucunda ortaya …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin