Bilimkurgu sinemasının gelmiş geçmiş en büyük ve önemli külliyatlarından biri de Terminator serisidir. Ülkemizde zamanında ‘Yokedici‘ adıyla vizyona giren bu serinin 1984 tarihli ilk filminde gelecekten gelen bir siborg, Sarah Connor adlı bir kadını öldürmeye çalışıyordu. Çünkü Connor, gelecekte insanlarla makineler arasında çıkacak savaşta insanlığa önderlik edecek ve insanların savaşı kazanmalarını sağlayacak olan John Connor’ın annesiydi. Kendi zaman dilimlerinde başarısız olan makineler, şanslarını bir de geçmişte denemeye karar veriyordu. Elbette Sarah Connor yalnız değildi. İnsanlar da onu kurtarması için geçmişe Kyle Reese adlı bir askeri gönderiyordu. 1991 yılında serinin ikinci filmi çekildi. Bu kez makineler çok daha gelişmiş bir siborgu, çoktan doğmuş ve ergenlik çağına gelmiş olan John Connor’ı öldürmesi için gönderiyordu. İnsanlık ise geçmişe bu defa bir insan değil, yakalayıp yeniden programladıkları bir siborgu yolluyordu. İki siborgun kapışması sonucu yine insanlık kazanıyordu.
Serinin bu ilk iki filmi hem yaratıcısı James Cameron‘a hem de seride oynayan oyunculara müthiş bir şöhret ve elbette para kazandırdı. 2003 yılında, biraz da dönemin savaş bazlı ABD politikaları dolayısıyla aslında T2 ile bitmiş olan seri diriltildi. Terminator 3: Rise of the Machines vizyona girdi. Bu kez karşımızda ilk iki film gibi üzerine tezler yazılabilecek (T1 ve T2 üzerine sayısız tez yazılmıştır) derin bir film değil, eğlenceli bir aksiyon seyirliği vardı. İlk iki filmin gittiği yoldan giden yapım, kötü olmasa da onların üzerine çıkamamıştı. Hatta her ikisinden de geride kalmıştı. Serinin devamı konusunda yapımcılar yanlış bir yoldan gittiklerini neden sonra anladı ve sonunda doğru formülü bulup 2009 yılında Terminator Salvation‘ı vizyona verdi. Artık bir yokedici ve bir kurtarıcı geçmişe gidip Connor için birbiriyle kapışmıyordu. Bu kez konu, gelecekte insanlar ve makineler arasında yapılan savaştı.
İlk iki filmde rüya veya flashback olarak gördüğümüz ve hayranlar tarafından merakla filme çekilmesi beklenen insan – makine savaşı, sonunda konu olarak seçilmiş ve doğru formül bulunmuştu. Ancak bu kez de başka bir sorun vardı: Doğru formül, yanlış laboratuvarda uygulanıyordu. Yönetmenlik koltuğunda T3 örneğinde olduğu gibi saygın bir aksiyon yönetmeni değil, kariyeri müzik klipleri ve Charlie’s Angels tadında pop filmlerle dolu olan McG (
) vardı. Filmin bir başka handikabı da o dönemde Kaliforniya valisi olan Arnold Schwarzenegger’e yer vermemesiydi. Christian Bale, Sam Worthington (aynı yıl Avatar’da da oynadı), Anton Yelchin (Aynı yıl Star Trek’te de oynadı), Helena Bonham Carter, Bryce Dallas Howard ve Michael Ironside gibi sağlam bir oyuncu kadrosuna sahip olan filmin sorunları daha açılış sahnesinde başlıyordu.Marcus Wright adlı bir idam mahkumu, hükmünün infazını beklerken Dr. Serena Kogan geliyor ve bedenini bir deney için bağışlamasını istiyordu. Marcus bu teklifi kabul ediyordu. Filmin ilerleyen sahnelerinde insan – makine savaşının başladığını ve dünyanın yerle bir olduğunu görüyorduk. Bale’in canlandırdığı John Connor, henüz direnişin başına bile geçmemişti. Yüzbaşı düzeyinde bir askerdi. İşte Marcus da böylesi bir dünyada uyanıyordu ve ilk anın şaşkınlığını attıktan sonra bu post-apokaliptik dünyada dolaşmaya başlıyordu. Gördüğü bir yokedici robotu insan sanıyor ve ona sesleniyordu. T-600 model robotun kendisine ateş açması üzerine bölgede bulunan ve henüz bir delikanlı olan Kyle Reese tarafından kurtarılıyordu. Kyle Reese, Star adlı bir kız çocuğu ile hem hayatta kalmaya hem de direnişe ulaşmaya çalışıyordu. O dönemde John Connor radyo yayınları ile insanlara sesleniyor, onlara moral ve cesaret aşılıyordu. Sonunda bu üçlü bulundukları bölgeden ayrılmaya karar veriyordu.
Bundan sonra filmde paralel bir anlatım benimseniyordu. Bir yandan John Connor’ın makinelerle mücadelesini bir yandan da Wright – Reese- Star üçlüsünün yolculuğunu izliyorduk. Sonunda üçlü, bir benzin istasyonunun marketinde yiyecek ararken önce haydutların, ardından da makinelerin saldırısına uğruyordu. Makinelerin ilk saldırısından kaçmayı başaran üçlüden Reese ve Star, ikinci saldırıda yakalanıyordu. Ancak Scavenger (Toplayıcı) adı verilen bu makinenin amacı yakaladıklarını öldürmek değil, Skynet’in merkez karargahındaki esir kampına götürmekti. Tek başına kalan Wright’ın yolu bu kez John Connor’ın teğmenlerinden Blair Williams ile kesişiyordu. Williams, kendisini soygunculardan kurtaran Wright’ı direniş karargahına götürmeye karar veriyordu. Karargaha giden mayın tarlasından geçerlerken patlayan bir mayın sonucu Williams ağır yaralanıyordu. Dahası Williams’ın içindeki robot iskelet, açılan yara sonucu ortaya çıkıyordu. John Connor, William’ı sorguluyordu. Williams, kendisinin bir robota dönüştürüldüğünü bilmiyordu. Kendisini hâlâ insan sanıyordu.
Üstelik başka bir durum daha vardı: Skynet’in merkez karargahı bombardımana tutulacaktı. Ancak Kyle Reese de oraya götürülmüştü. İleride geçmişe gidip John’un babası olacak Kyle Reese kesinlikle ölmemeliydi. Direniş liderlerini saldırının iptal edilmesine ikna edemeyen John Connor, Wright ile Skynet merkez karargahına gidiyordu. John Connor karargaha gizlice sızmayı deniyor, Wright ise göstere göstere giriyordu. Skynet veri tabanında görülmeye başlandığı için diğer robotlar da artık onu tanımaya başlamıştı. Filmin başında gördüğümüz Dr. Serena Kogan, bir kez daha karşımıza çıkıyordu. Ancak bu kez sanal bir görüntüydü. Kendisinin yaratılış amacının bu olduğunu, insancıl bir robotun dostluğu ile John Connor’ı tuzağa düşürme planı yaptıklarını anlatıyordu. Ne var ki filmin kalan kısmında Wright, insan olmayı seçiyor ve Connor’a yardımcı oluyordu. Hatta ağır yaralanan ve ölmek üzere olan Connor’a kalbini bağışlıyordu.
Öyküsünden de görüldüğü üzere, filmin kötü senaryo yazımından kaynaklı bazı sorunları var. Öncelikle Dr. Serena Kogan kim? Skynet ile bağlantısı ne? Filmin başında kendisini insan olarak gördüğümüz hâlde filmin sonunda neden sanal bir görüntü oldu? Bu gibi soruların yanıtını öğrenemiyoruz. Skynet’in en önemli planının bir numaralı uygulayıcısı, belki de fikir annesi bize tanıtılmıyor. Wright karakteri ve filmdeki işlenişi de sıkıntılarla dolu. Öncelikle kendisinin idam edildiği tarihte içine robot yerleştirilebilecek bir teknoloji var mıydı? Hadi robot kısım yeniden çalıştırıldı, idam edildiği için çoktan ölmüş olan canlı dokusunun çürümemesi nasıl sağlandı? Ölü bedeni nasıl diriltildi? Ayrıca Wright üzerinden yapılan plan da mantıksız. İnsan gibi olmaktan öte, insan olması amaçlanan Wright’ın yolu Williams ile kesişmese John Connor ile asla tanışamayabilirdi. Kyle Reese ile yolu kesişmese John Connor’ı Skynet karargahına gitmeye ikna edemeyebilirdi. Dolayısıyla Skynet, Wright’ı robotlaştırıp ardından da, “İnşallah gelecekte John Connor ile tanışır,” diye mi ümit etti?
Öyküsünün üzerine bina edildiği kolonlardan birinin çok da sağlam olmaması, filmin ister istemez zayıf kalmasına yol açıyor. Yönetmenlik koltuğunda da yetenekli bir isim oturmadığı için film izleyiciyi içine çekemiyor. Öte yandan, dramatik sahneler ile aksiyon sahneleri arasında bir denge de tutturulamıyor. Filmde ciddi tempo sorunları var. İnsan- makine savaşı konulu olmasına rağmen birkaç çatışma sahnesi dışında savaşa dair bir şey göremiyoruz. Dramatik anlatımında da sırtını karakterler arasındaki diyaloglara dayandırmak gibi tembelce bir yol izleyerek bizim onlarla empati kurmamızı umuyor. Karakterleri o kadar sığ işliyor ki, daha önce üç film boyunca neredeyse hayatının her dönemini izleyip iyice tanıdığımız, adeta artık ‘aileden biri’ olmuş John Connor’la bile empati kuramıyoruz. Kendisini ne cesur bir asker, ne iyi bir komutan ne de sadık bir dost olarak görebiliyoruz. Dolayısıyla öne çıkan ve gözümüze giren bir özelliği olmadığı için kendisini destekleyemiyoruz. Filmin vurucu olması beklenen son sahnesi ise insana, “E, bu muydu yani?” dedirtiyor.
Kısacası Terminator Salvation, serinin devam etmesi gereken yönü iyi çözümleyip doğru formülü yakalıyor, ancak bunu yanlış laboratuvarda işlemesi sonucu bekleneni veremeyen bir proje olarak kalıyor.