65… Nereden başlasak?
10 Mart 2023 tarihinde beyazperdede yerini alan 65, alternatif tarih temalı bir bilimkurgu/aksiyon macerası. Yönetmen koltuğunda The Quiet Place (2018) filminden tanıdığımız ikili Scott Beck ve Bryan Woods oturuyor. Başrollerde ise son Star Wars üçlemesindeki Kylo Ren rolüyle bildiğimiz Adam Driver ile Love and Monsters (2020) filminden hatırladığımız Ariana Greenblatt var. Bütçesi 45 milyon dolar.
Filmin konusu ilk bakışta merak uyandırıcı. Olaylar, henüz insanların evrimleşmediği milyonlarca yıl öncesinde geçiyor. Somaris gezegenine seyahat eden Miles (Adam Driver) isimli pilot, asteroit kazasının ardından bilinmeyen bir gezegene düşüyor ve o gezegenin aslında Kretase dönemindeki (145-66 MYÖ) Dünya olduğu ortaya çıkıyor. Ardından Koa isimli tanımadığı bir başka kazazede ile karşılaşıyor ve ikili kurtarma gemisine doğru tehlikeli bir yolculuğa adım atıyor. Buraya kadar hiçbir sorun yok gibi görünebilir. Ancak bilimsel tutarsızlıkların ötesinde, bu denli büyük bütçeli bir bilimkurgu filmi için kurgu ve olay örgüsü dahi çiğ kalmaktan kurtulamıyor. Öyle ki, eleştirmenler tarafından yerden yere vurulan After Earth (2013) bile benzer bir senaryoyu daha derin işlemeyi başarmıştı.

Öncelikle olay örgüsüne değinelim. Anlaşamayan fakat birlikte hareket etmek zorunda kaldığı için tanıdıkça bağlanan ikililerin hikâyesi, gerek sinemada gerek dizilerde ve hatta oyunlarda bile pek çok kez başarılı bir şekilde işlendi. Günümüz itibariyle klişeleşmiş olduğunu biliyoruz; ancak hikâye ve olay örgüsüne bağlı olarak hâlâ muhteşem yapımlar karşımıza çıkabiliyor. En başarılı örnekleri arasında Leon (1994), Collateral (2004), Logan (2017), The Mandalorian (2019) The Last of Us (2013) ve God of War (2018) gösterilebilir. Bu gibi senaryolarda ana karakter ile yan karakter arasındaki ilişkiyi derinleştirmek için kör aksiyon dışında, ikilinin birbirini daha iyi anlayabileceği olay örgüleri altın değerinde. Hele ki ikili birbiriyle aynı dili paylaşmıyorsa, konuşma dilinin ötesinde iletişim kurabilecekleri çeşitli yöntemler geliştirmeli ki ortak paydada buluşabildikleri konusunda seyirci empati yapabilsin. Hâl böyle olunca, yapımın başından sonuna kadar birbiriyle macera yaşayan ikilinin herhangi bir şekilde ilişkisi derinleşemiyor. Çünkü seyirci olarak macera ve aksiyon dışında empati kurmamızı sağlayacak arka plan hikâyesine sahip değiliz. Tek bildiğimiz, Koa’nın ailesini kaybettiği gibi Miles’ın da kızını kaybettiği ve ona veda edemediği için vicdan azabı çektiği. Fakat aile içerisindeki ilişkilerden yola çıkarak buluşabilecekleri ortak paydalar seyirciye sunulmuyor.
Olay örgüsünün klişe bir serüven olmasının ötesinde, hikâyede yer alan bilimsel tutarsızlıklar sayılabilecek seviyede değil. Bu bir “bilim”kurgu filmi olduğu için Game of Thrones veya The Lord of the Rings gibi fantastik yapımlardan ayrılan özelliklerinin bulunması lazım. Dolayısıyla, filmden bilimsel temeller üzerine inşa edilmiş bir hikâye beklememiz gayet doğal. Yani halk arasında sıkça duyduğumuz, “Sonuçta bu bir bilimkurgu filmi!” benzeri serzenişlerin elle tutulur bir yanı yok. Eğer bilimkurgu filmlerinin işlediği birçok bilimsel bilgiye güvenemeyeceksek, bilimkurgu ile fantastik ayrımını nereye çekeceğiz? Misal, Interstellar (2014) veya The Martian (2015) filmlerinden edindiğimiz veya pekiştirdiğimiz bilimsel bilgileri düşünün.

Yazının başlığında da belirttiğimiz gibi, bu yapım aslında “dinozorsuz” bir dinozor filmi. Çünkü 65 milyon yıl önceki Dünya’da işlenen tarih öncesi canlıların çoğu güncel bilimsel birikimin dışında kalıyor. Büyük ihtimalle bütün türler fosilleşmediği için var olabilecek spekülatif türleri resmetmek istemişler. Fakat hâlihazırda var olduğunu bildiğimiz türler zaten fazlasıyla ilgi çekici! Elde bu kadar güçlü veriler ve var olduğunu bildiğimiz ilgi çekici türler varken neden yaşadığı bile belli olmayan hayvanların işlenildiğine anlam vermek güç. Yetmezmiş gibi, filmde gördüğümüz yaratık benzeri canlıların aslında Triyas’ta yaşadığı bilinen pseudosuchianlardan esinlendikleri aşikâr. Kaldı ki dinozorların veya diğer yaban hayvanlarının “korku ögesi” olarak işlenmesi zaten Jaws ve Jurassic Park serilerinden sonra demode kaldı. Bu iki efsanevi seri bile söz konusu hayvanlar hakkında hatalı bilgiler sunduğu için gerçek dışı bilgilerin yayılmasına sebep oldu. En basitinden, Jaws etkisi nedeniyle köpekbalıkları hakkında onların kana susamış yaratıklar olduğuna yönelik halk arasında yersiz bir korku yayıldı. Yine de bu iki külliyatın sinemadaki yeri tartışılamaz derecede önemli.
Filmde gördüğümüz “yaratık” benzeri canlılar hakkında Kretase’de herhangi bir veri yok. Zaten filmde işlenen yaratık benzeri canlıların aslında Triyas döneminin sonlarında, yani yaklaşık 215 milyon yıl önce yaşadığı bilinen Fasolasuchus isimli bir pseudosuchian cinsi. Pseudosuchia, “yalancı timsahlar” anlamına geliyor ve kendilerine ait bilimsel veriler Kretase’den çok öncesine ait. Fakat “dinozor” tanımı altında sınıflandırılmazlar, timsahlar ile daha yakın akrabadırlar. Yani filmin ismi “65” değil de “225” olmalıydı belki de… Ancak bu canlılar bile filmde resmedildiği gibi kana susamış Xenomorph’lara benzememekteydi. Etolojik (davranış bilimi) çerçevede, günümüzdeki birçok tetrapod (dört uzuvlu) yaban hayvanından farksızdı. Yani tıpkı günümüzdeki tetrapodlar gibi, karşılaştıkları yabancı bir türü ilk fırsatta öldürmek için uğraşmazlardı. Doğada saldırmak, hele ki yabancı bir türe kullanılacak son fırsattır. Çünkü bu durum her iki canlı için tehlikeli olabilmektedir.

Film, gördüğümüz hareket kabiliyetleri, anatomileri, davranış paternleri tamamen korkutucu olmaları üzerine tasarlanmış yaratıklardan öteye gidemiyor. Dolayısıyla bu yapımı bir yaratık filmi olarak değil de bir dinozor filmi olarak ele almak istemeleri fazlasıyla anlamsız. Hatta Peter Jackson’ın King Kong (2005) filminde gördüğümüz Tyrannosaurus benzeri dinozorların bilimsel hâlleri ile karışmamaları için filme özgü Vastatosaurus isimli kurgusal bir cins türetilmişti. 65 milyon yıl önceki Dünya’da yaşayan bu yaratıklardan çok daha kabul edilebilir bir argümandı. Ayrıca güncel hesaplamalara göre non-avian dinozorlar ile birlikte türlerin yaklaşık %75’inin neslinin tükendiği K/T Yok Oluşu’na sebebiyet veren meteorun çarpışma tarihi 66.043±0.011 milyon yıl öncesi. Yani Miles’ın olay yerine 12 saat önce değil de 1 milyon yıl önce varmış olması muhtemel…
İnsanların evrimleşmesinden milyonlarca yıl önce seçilim göstermiş hümanoid (insanımsı) uzaylıların neden günümüz insanları ile tıpatıp aynı kültüre sahip olduğu da ayrı bir soru. Zira evrim sürecinde “insan olmak” veya “insana benzemek” gibi bir gaye yoktur. Yakınsak evrim nedeniyle fenotipik anlamda benzer türlerin evrimleştiğini biliyoruz. Bunun en güzel örnekleri balina-balık veya yarasa-kuş olarak gösterilebilir. Hatta Pandora’daki (Avatar) balina benzeri tulkunlar veya pterozor benzeri ikranlar da bu bilgiye istinaden kurgulanmıştı. Fakat aynı homoplazi, kültürel evrim için de mi geçerli? Kültürel seçilim baskısı yine insanları benzer saç stiline, benzer kıyafete ve benzer davranış paternlerine mi yönlendirmektedir? İnsan benzeri bu hümanoid türler, yine benzer ekonomik şartlarda fazlasıyla pahalı olan tıbbi tedavileri karşılamak için çalışmakta. Kadınlar makyaj yapıyor ve kağıttan üretilmiş kitaplar okuyor. Yani günümüz Dünya’sından hiçbir farkı yok gibi göünüyor. Örneğin Star Wars veya Star Trek farklı bakış açıları sunmayı başarmıştı. Elbette tek bir filmi bu iki külliyat ile kıyaslamak doğru değil, ancak yine de birtakım ikna edici farklılıklar beklemedik değil…
Özetle, olay örgüsünden senaryosuna, tasarlanan evrenden kurgulanan dinozorumsu yaratıklara kadar her şey filmi kendi klasmanında dahi başarısız bir aksiyon denemesi olmaktan öteye götüremiyor. Oysa bu tarz büyük bütçeli yapımlarda üzerine düşünülmüş işler görmek istememiz fazlasıyla normal değil mi? Hele ki konu yaban hayvanları olunca, onları korku öğesi olarak görmeye de doyduk diyebiliriz. Eğer ki yaban hayvanları işlenecekse Annihilation (2018), Life of Pi (2013) veya Planet of the Apes gibi korku-gerilim yapımlarının ötesindeki özgün fikirlere tanık olmaya hasret kaldık…