İsviçreli yönetmen Tim Fehlbaum, ilk uzun metrajlı filmi Hell ile Mad Max tadında bir hikâye ortaya koyarak dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. Kavrulmuş, toza dumana karışmış post-apokaliptik bir dünyadaki su arayışını merkezine oturtan yapım, bir yandan da insani ilişkilerin tekinsiz doğasına pencere aralıyordu. Filmin boğucu sıcağını henüz üstümüzden atamamışken, yönetmen bu sefer de puslu ve sırılsıklam bir gelecekle çıkageldi.
İlk kez 71. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde izleyiciyle buluşan Tides, yönetmen Tim Fehlbaum’un düşük bütçeli ama derinlikli kıyamet sonrası anlatılarında gitgide ustalaştığını gözler önüne seriyor. Üstelik Hell’de Almancayı tercih etmesine rağmen Tides’ta İngilizcenin evrenselliğinden yararlanarak çok daha derin sulara yelken açmak istediğini müjdeliyor.
İklim değişiklikleri, salgınlar ve savaşlar nedeniyle yaşanmaz hâle gelen Dünya’dan kaçarak Kepler 209 gezegenine sığınan elit kesim, burada kendilerine huzurlu bir yaşam kurmak ister. Ne var ki yeni yıldızları Kepler’in yaydığı radyasyon bütün hayallerini yıkar. Zira tüm koloni kısa süre içinde doğurganlığını yitirerek kısırlığa mahkûm olur. Onlarca yıllık araştırmalara rağmen sorun çözülemez ve koloninin yaş ortalaması 40’lara kadar gelip çatar.
Durumun vahameti ilerleyince, Dünya’ya geri dönüşün mümkün olup olmadığını öğrenmek için Ulysses Projesi hayata geçirilir, ancak inişten hemen sonra ekiple bağlantı kesilir. İlk görevde babasını yitiren Blake, ikinci Ulysses Projesi’ne seçilerek Dünya’ya ayak bastığında kasvetli, ıslak ve puslu bir gezegenle karşılaşır. Umut vaat eden ilk incelemelerin ardından ıssız sandığı bu dünyada yalnız olmadığını anlaması ve amansız bir mücadeleye atılması gecikmez…
Yuvaya dönüş, yabancılaşma, farklılaşma gibi ana temalar etrafında ilerleyen film, birbiri üzerine yığılmış katmanlı bir kurgu bütünlüğü yaratmayı amaçlıyor. Neslini devam ettirebilmek için uzaya kaçan yönetici kesimin doğurganlığını yitirerek mutlak bir yok oluşa sürüklenmesi ve “öldü” denilerek kaderine terk edilen Dünya’nın ise küllerinden doğup yine yaşam için en güvenli liman hâline gelmesi ironik olduğu kadar çelişkisel bir zemine de sahip.
Yer yer görkemli, ama daha çok boğucu bir sinematografi ile karşı karşıyayız. 2011 çıkışlı filmi Hell’deki bütçe sorununu uçsuz bucaksız kurak arazi manzaralarıyla örtbas eden Fehlbaum, bu sefer de bizleri göz gözü görmez bir sis tabakasının içine hapsediyor. Ancak bu bilinçli tercih, hem yapıma etkileyicilik katıyor hem de hikâyeyle uyumlu bir atmosfer oluşmasını sağlıyor. Tabii önümüze yine bir aile dramı konuluyor konulmasına ama tüm bu klişeler de filmin üzerine çöken sisin içinde âdeta kaybolup gidiyor.
Children of Men, Waterworld, WALL-E, The Mist gibi bilindik yapımlardan ödünç aldığı temaları lezzetli bir karışıma dönüştüren filmin oyuncu kadrosunda Nora Arnezeder, Iain Glen, Sarah-Sofie Boussnina, Sope Dirisu, Sebastian Roché yer alıyor. Özellikle Blake rolüyle karşımıza çıkan genç aktris Nora Arnezeder’in performansı, filmin gizemli ve kasvetli akışıyla son derece senkronize. Avusturyalı bir baba ve Mısırlı bir annenin çocuğu olarak Fransa’da doğan Arnezeder’i, Zack Snyder’ın Army of the Dead filminde canlandırdığı Lilly karakteriyle de izleme şansı yakalamıştık. Öyle görünüyor ki bundan sonra kendisiyle sık sık karşılaşacağız.
İlginç ama post-apokaliptik Hollywood sinemanın popüler isimlerinden Alman asıllı Roland Emmerich, Hell’de olduğu gibi Tides’ta da yapımcı olarak karşımıza çıkıyor. Hemen her filmine yatırım yapması, genç yönetmene duyduğu güvenin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Zaten kariyerine bakılacak olursa Fehlbaum da bu güveni boşa çıkarmayacağını çoktan kanıtladı.