Le Règne Animal

Bir Hayvan Oluş Hikâyesi: Le Règne Animal

Yakın zamanda Covid-19 salgınının işaret ettiği en önemli fenomenlerden biri, insanlığın aslında ne kadar kırılgan bir düzlemde varlığını sürdürdüğü olsa gerek. Maske, temizlik jelleri, karantina gibi olgular hayatımıza girerken virüsle ilgili araştırmaların, hem virüsün hem de tedavi biçimlerinin sağlığımıza uzun dönemde ne türden etkiler yaratacağı kısmen belirsizlik içeriyor.

Salgın motifi, kıyamet ve kıyamet sonrası pek çok filmde en sık işlenen temalardan birisi olmuştur ve bu konuda kült eserlerden biri de romanını Pierre Boulle’ün yazdığı 1963 tarihli Maymunlar Gezegeni’dir. İşte Le Règne Animal (Hayvan Krallığı), sonradan pek çok filmi çekilen bu esere kısmen benzerlik taşıyan, insan/hayvan arasındaki etkileşimi merkezine alan bir yapım. En iyi görüntü ve kostüm dalında César ödülüne layık görülen film, yakın gelecekte insanlığın karşı karşıya kaldığı garip bir fenomene odaklanıyor.

Dönüşümün Eşiğinde

Yakın gelecekte genetik bir mutasyon bazı insanların kademeli olarak antropomorfik hayvanlara dönüşmesine neden olur. Hayvan içgüdüsüne dönüşün yanı sıra yaş ya da cinsiyet fark etmeksizin herkesi etkileyebilen bu hastalık karşısında araştırmacılar çaresiz kalır ve her ülke kendi “yaratık” ya da “sürüngen” lakaplı canavarlarını yönetmeye çalışır. Fransa’da Émile Marindaze (Paul Kircher) ve aşçı babası François (Romain Duris), bir yaratığa dönüşen annesi Lana’yı yeni inşa edilen bir sağlık/gözetim merkezinde takip etmek için Fransa’nın güneyine taşınır. Emile, annesi ilk belirtileri gösterdiğinde yaşadığı travmayı atlatmayı başaramaz ve yaratıklardan mümkün olduğunca uzak durur. Bir kamp alanında konaklayan baba ve oğul, yaratıkları merkeze taşıyan kamyonun kaza geçirdiği ve hastaların kaçtığı konusunda uyarılır. Jandarma komutanı Julia (Adèle Exarchopoulos), François ‘e güven vermeye ve onları bulacaklarını açıklamaya çalışsa da François karısını ormanlık alanda aramaya karar verir. Arayışlarında biri kuş, diğeri ise bir kurbağa/bukalemun olan iki yaratığa rastlarlar. Lana’dan ise hiç iz yoktur.

Emile, geldiği bu yeni kasabada okuldaki arkadaşlarına ve ortama alışmaya çalışır. Genç adam, okuldaki ip çekme yarışmasında tüm rakiplerini tek başına yenebildiğini görünce kendisinin de mutasyon geçirmeye başladığını fark eder. Sağlık/gözetim merkezlerine kapatılmaktan korktuğu için de bunu babası dâhil herkesten gizlemeye çalışır. Ormanda karşılaştığı Fix (Tom Mercier) adlı kuş-adam ve bukelemun çocuğun yanına gidip onlara yiyecek sunarak yakınlaşmaya ve yardım almaya çabalar. Kuş-adama uçması için yardım ederken kendi dönüşümüne, içgüdülerinin artışına şahit olur.

Hayvan Oluşun Anlamı

Hayvana dönüşüm edebiyatta ve mitolojide her daim olumsuz çağrışımlar içeren bir arketiptir. Kurbağaya dönüşen prensten tutun da Tanrı tarafından lanetlendikleri için hayvan olma cezasına çarptırılan çeşitli topluluklara kadar birçok hikâye ile karşılaşırız. İçgüdülerimiz her ne kadar insanlığın aslında hayvanlardan çok uzak olmadığını gösterse de, uygarlık ya da uygar birey genelde içgüdüleri üzerinde sistematik biçimde denetim kurmasıyla hayvanlardan ayrışır. İçgüdülerini denetim altına alarak, doğayı emekle dönüştürerek, etkileşim ve iletişiminde simgeleri üretip kullanarak insanlar modern, bilinçli bir varlık olarak hem dışsal doğa hem de kendi iç doğası üzerinde denetim kurabilir. Dolayısıyla hayvan oluş, modern birey ve insan için bir “gerileme”, “lanetlenme”, içgüdülerin yeniden denetimsizce açığa çıkışıdır. Bu yüzden anlatılarda olayların işleyişi ve gelişimi bu lanetten kurtuluşun nasıl olacağına dairdir.

Hayvan Krallığı ise bu konuda farklı bir perspektiften konuya yaklaşıyor. Hayvan oluşu nedeni bilinmez bir mutasyon durumu olarak ele alıp bilimkurgu eserlerindeki “what if” senaryosunu gündeme taşıyor. Toplumun ciddi bir kısmı aniden ve düzenli biçimde hayvan olmaya başlasaydı ne olurdu? Bu soru, bilimkurgunun tipik motiflerinden biri olan “ötekiyle” karşılaşma ve etkileşim içine girme konusunu irdeleme imkanı sunuyor. Ötekiyle etkileşime girildiğinde, zorunlu olarak benlik ve kimlik de gün yüzüne çıkıyor ve dolaylı yollardan insan olmanın anlamını tartışmaya başlıyoruz.

Filmin olumlu yönleri bu konuları gündeme getirmiş olmasında ve söz konusu dönüşümü ayrımcılık, benlik, ötekilik gibi konuları tartışmak için bir metafor olarak ele almasında yatıyor. Film boyunca anlatı diegetiğinde bize gösterilen ya da non-diegetik olarak ima edilen pek çok çözümle karşılaşıyoruz. Bazı ülkeler, canavarlarla insanların “birlikte yaşama” formülü üzerinde çalışırken, Fransa gibi ülkelerin radikal bir politika yürütüp hasta olanları -kuş-adamda olduğu gibi- ameliyatla düzeltmeye çalıştığını, onları gözetim kamplarında çeşitli deneylere soktuğunu görüyoruz.

Öte yandan, barış içinde birlikte yaşama formülü de çok işlevsel görünmüyor. Emile’in giderek içgüdülerine teslim olması, dönüşüm geçirenlerin dil ve sembolleştirme yeteneklerini yitirmeleri ve dönüşüm geçiren annenin artık oğlunu tanımaması/istememesinde olduğu gibi birlikte yaşamanın nasıl mümkün kılınacağı kimse tarafından bilinmiyor. Hayvanların ormanlık alanda kendi krallıklarını kurdukları durumda ise uygar dünyanın istilası, acımasızlığı, av sahneleri hemen önümüze geliyor. Bu bakımdan film nasıl hızlı biçimde öteki olabildiğimizi vurgularken, insanlığın ne kadar modern olursa olsun kendisi gibi olmayan her şeyden içgüdüsel şekilde korku/tiksinti duyduğuna dikkat çekiyor. Bu konuda en açık görüşlü olan François bile, sonunda karısı Lana’yı bulmanın mı yoksa onu kaybetmenin mi daha korkunç olduğuna karar veremiyor.

Özgürlüğün Taşlı Yolları

Filmin başında zorlu bir ergenlik dönemi geçiren ve otorite/babaya isyan tavrı geliştiren Emile’in durumuna şahit oluyoruz. Babası her ne kadar mantıklı ve duyarlı birisi olsa da, oğluna karşı korumacı ve otoriter. Emile’in yediğine içtiğine karışacak kadar “uygarlığın” rasyonel sesi gibi hareket ediyor. Film ise hayvan oluşu olumsuz bir şey olarak değil, duyuların yeniden düzenlenişi ve farklı bir oluşun duyumsanması biçiminde sunuyor. Hayvan oluşun ve oluşumu ilerlemişlerin yeni benlik ve kimlikleriyle “özgürlüğü” hak ettiğini savlıyor. Öte yandan filmin zayıf yönleri de bulunuyor. Filmde genel olarak “bilim” kısmının zayıf kaldığını görüyoruz. Neden böyle bir mutasyon oldu, neden bazı kişiler enfekte olurken diğerleri olmuyor, bu “içgüdülere” ve hayvan oluşa geçişin gerçek anlamı nedir belirsiz. Bu konular belirsiz kaldığı için eserin bazı yorumlarda ima edilen ve öne çıkarılan “büyülü gerçekçi” hatta, konuyu metaforik bir perspektiften alma yönüne kaydığını görebiliyoruz. Bu da eseri bilimkurgudan çok fantastiğe yaklaştırıyor. Çünkü bu belirsizlik ve tekinsizlikten besleniyor.

Bunun yanı sıra anlatının, bazen sonu bir yere varmayan, boşluklara, sapaklara kaydığını da söyleyebiliriz. Lana ve François, François ve Julia, Emile ve Nina arasındaki ilişkilerin ve etkileşimlerin doyurucu bir biçimde, ilk sahnelerdeki serimden beklenen bir sonuca bağlandığını söylemek zor. İnsan olmanın karşısında hayvan oluşun anlamı, onu bu kadar önemli ve yeri geldiğinde tercih edilir kılan bir tartışma da çok yapılmış değil. Buna rağmen filmin görselliği ve hayvan oluş motifine getirdiği kısmen farklı yorumla izlenebilir olduğunu söyleyebiliriz.

Yazar: Mikail Boz

Ömrünün yarısını ne yapacağını, kalan yarısını da ne yaptığını düşünerek geçirmek istemeyen bir yersiz yurtsuz... Bilimkurguyu da bu yüzden seviyor...

İlginizi Çekebilir

City_of_Ember

Distopik Bir Gelecekte Kurtuluş: City of Ember

Gil Kenan’ın yönetmenliğini yaptığı City of Ember, kıyamet sonrası dünyayı ele alan etkileyici bir görselliği …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et