Genç, İspanyol yönetmen Albert Pinto’nun çektiği Nowhere (2023), distopik bir gelecekte geçen gerilim dolu bir hayatta kalma hikâyesi. Hamile Mia (Anna Castillo), kocası Nico (Tamar Novas) ile ülkesi İspanya’yı terk etmeyi amaçlıyor. Ancak yeni bir hayat umuduyla çıktığı deniz yolculuğu sırasında bir konteynerde mahsur kalıyor. Fırtınalı bir denizde hayatta kalmak, bebeğini doğurmak ve onu korumak için zorlu bir mücadele vermek zorunda.
Mia, hem fiziksel hem de duygusal sınırlarını zorlayarak özgürlüğe ulaşmaya çalışıyor. Distopyadan kaçarken bir ölüm kalım mücadelesine tutulan kahramanımız, yaşamı da yeniden anlamlandırıyor.
Umutlu Bir Gelecek!
Günümüzde yapay zekâ ve tekillik gibi konular revaçta. Bilgisayar, nanoteknoloji ve robotiğin ise gelecekte çok daha büyük etkenlere dönüşeceği öngörülüyor. Ancak çağımız, insanlığa ve geleceğe duyulan inancın epeyce gerilediği bir dönemi de ifade ediyor. Kaynakların sınırlı, talep ve arzuların ise sınırsız olduğuna ilişkin kapitalizm felsefesi, toplumda derin bir umutsuzluk yaratıyor. Bu yaklaşıma göre kontrolsüzce artan nüfusa karşılık enerji ve gıda gibi temel ihtiyaçların sınırlı olması, bireylerin gelecek kaygısını artırarak yaşam kalitesini düşürüyor. Bu “kıtlık” bireyleri daha fazla rekabete iterken, kaynakların adaletsiz dağılımı da sınıfsal ayrımı derinleştiriyor. İnsanlar, geçim mücadelesi içinde uzun vadeli planlar yapmaktan çekinir hâle geliyor; belirsizlik, toplumsal bir umutsuzluk kaynağına dönüşüyor. Bu durumdaki bireyler, hem ekonomik hem de duygusal açıdan tükeniyor, güvenli bir gelecek inancını kaybediyor.
Nowhere da tam bu yaklaşım üzerinden geleceğin distopik olacağına ilişkin bir çerçeve çiziyor. Buna göre kaynaklara erişim daha da sınırlanacak, insanların girdiği rekabetle güçlü olanın hayatta kaldığı bir dünya ortaya çıkacak. Film, geleceğin İspanya’sında geçiyor ve bilindiği üzere İspanya’nın yakın geçmişi pek de parlak değil. Bu deneyim geleceğe yansıtılıyor. Muhtemelen bunun bir sebebi de Franco döneminin eylemleriyle tam olarak yüzleşilmemesi. Filmde geleceğin otoriter faşist yönetimi, toplumdaki refah kaybını telafi amacıyla çocuklara ve yaşlılara dönük nerdeyse bir soykırım politikası izliyor. Mia ve eşi Nico, bu nedenle bir yolculuğa çıkıyor ve umut dolu İrlanda’ya ulaşmaya çalışıyor. Üstelik ne kadar gizlemeye uğraşsa da Mia hamile ve Avrupalılar, bugünün Avrupa’ya göç etmeye çalışan “ötekileri” gibi yaşamak uğruna ölümcül bir yolculuğu göze alıyor. Faşist yönetimin pervasızca katliamları yanında, deniz yolculuğu da bir hayatta kalma hikâyesine dönüşüyor. Nico ve Mia ayrı düşüyor ve Mia kendisini denizin ortasında bir konteyner içinde yaşam mücadelesi verirken buluyor
Hayatta Kalmak ama Nasıl?
Film, pek çok açıdan Robinson Cruise hikâyesini yankılıyor. Mia’nın küçücük bir konteynerde temiz su, yiyecek, ısınma sorununu halletmesi, yenidoğan bebeğin temel ihtiyaçlarını gidermesi, kurtulma umuduyla başta eşi Nico olmak üzere “uygar dünya” ile iletişim kurma çabası, filmdeki çatışmaya yön veren temel unsurlar. Robinson Cruise gibi bir medeniyet adacığı inşa edemese de, hayatta kalmanın tüm sınırlarını zorluyor. Kahramanın bir kadın olması, hele hele zorlu bir “survivor” yaşaması kayda değer ve yönetmen de çatışmaları adım adım inşa ederek seyircinin dikkatini sürekli ekranda tutmayı başarıyor. Çok zorlu ve umutsuzluk aşılayan bir gelecekte yaşamanın her şeye rağmen değerli olduğu ön plana çıkarılıyor.
Film, kaynak yetersizliğini ve umutsuzluğun insanları nasıl etkilediğini güçlü bir şekilde gözler önüne seriyor. Gerçi bunların nedenlerine çok inmeden, kaynak ve ihtiyaç kavramlarını tartışmadan, üstlerinden atlayarak bir hikâye anlatılıyor. Karakterlerin, sınırlı kaynaklar ve güvensiz bir gelecekle mücadele ederken yaşadığı gerilim, izleyiciyi toplumsal eşitsizliklere karşı derin bir sorgulamaya itme potansiyeli taşıyor. Hatta her gün Akdeniz’de binlerce göçmen umut yolculuğunu ölümle tamamlarken empati kurma potansiyeli de yaratıyor. Nowhere bu açılardan ilginç bir seyirlik sunuyor ve gelecekten çok bugüne dair korkuları yansıtıyor.