Hint sineması, milyonlarca insanın çocukluğunda, gençliğinde, belki de bütün hayatında iz bırakmayı başarmış destansı filmler ve oyuncularla doludur. Örneğin 1951 yapımı Awaara filmi, çıktığı yıl bütün dünyayı sallamıştı ve etkisi uzun yıllar boyu sürmüştü… Nargis adıyla bilinen Fatima Rashid, bir nesli kendine hayran bırakmıştı. Dans sekansları, müzikleri ve belki yabancı izleyiciye abartı gelebilecek türden oyunculuklarıyla Hint sineması, bazen zorlu bir serüvene dönüşebilir. Zaten Bollywood, her yıl binin üzerinde filmin çekildiği bir sektör ve çıkan çoğu filmin izlenmeyecek kadar kötü olması muhtemel. Ancak bu, Hint sinemasının mücevherlerle dolu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Tabii böylesi büyük bir sinemanın bilimkurgu alanına uzanmaması şaşırtıcı olurdu. Nitekim ta 1950’lerden bu yana Hint sineması bilimkurgu alanında da bir hayli eser verdi. Bu eserler tekdüze değil, uzay operasından “ilk temas”a kadar çok çeşitli türlerde. Bu yazıda inceleyeceğimiz PK de “ilk temas” kategorisine giriyor ve tüm zamanların en çok hasılat yapan Hint filmleri arasında yer alıyor.
Üç Budala’nın (Three Idiots) yakaladığı devasa başarıdan sonra Rajkumar Hirani ve Abhijat Joshi, yeni bir proje üzerinde çalışmaya karar veriyor. Bir insanın zihnine girip onu daha iyi biri hâline getirebilme yeteneğine sahip bir karakter yazıyorlar. Tam bir yıl boyunca bu karakter üzerinde çalışıyorlar, fakat 2010 senesinde çıkan Inception filmi onları büyük şaşkınlığa uğratıyor. Çünkü üzerinde çalıştıkları proje için düşündükleri pek çok şeyin Inception‘da işlendiğini fark ediyorlar ve hâliyle de ellerindeki malzemeyi yeniden değerlendirmek zorunda kalıyorlar. Ortaya da bir uzaylı filmi çıkıyor. Hirani, PK’nin arka planındaki itici gücün “ciddi bir mesaj verme kaygısı” olduğunu söylüyor. İyi ama bu ciddi mesajı nasıl iletecekler? Öyle kör göze parmak bir biçimde değil elbette; hem eğlenceli hem de yıkıcı olmadan, saygılı bir üslupla. Böylece, ana karakterin paan denilen ve bir tür cevizden hazırlanan uyuşturucu karışımını çiğneyip durduğu bir film ortaya çıkıyor.
Ana karakter (Aamir Khan), neredeyse tıpatıp insana benzeyen bir uzaylı türünden. Araştırma görevi için Hindistan’daki Rajasthan bölgesine geliyor. Üstelik de anadan üryan vaziyette ve üzerindeki tek aksesuar da adeta nabız gibi ışık saçan bir kolye. Aslında bu kolye, onu Dünya’ya bırakan ve hâliyle evine de geri götürecek olan gemiyi çağırmak için kullanacağı özel bir cihaz. Karakterimiz, uzaklarda kendi hâlinde takılan bir köylü görüyor ve koşarak yanına yaklaşıyor. Köylüyü tek kelime etmeden inceliyor, tabii köylü de onu… Derken sahneye bir tren giriyor ve köylü, kahramanımızın boynunda asılı duran kolyeyi kapıp trenin boş vagonuna atlıyor. Uzaylımız çaresizce köylünün peşinden koşuyor koşmasına ama alabildiği tek şey bir teyp oluyor. Bu Çehov’un tabancasından hâllice cihaz, filmin sonlarına doğru küçük de olsa çok hoş bir role bürünüyor.
Film, uzaylı karakterin dünyaya inişini ve kolyesini kaptırmasını gösterdikten sonra birdenbire Belçika’ya uzanıyor. Orada, Jaggu isimli Hindistanlı bir kızın Sarfaraz isimli Pakistanlı bir oğlanla tanışması ve ona aşık olmasını izliyoruz. Hindistan ve Pakistan sürekli gerilim yaşayan ve geçmişte defalarca savaşmış iki ülke. Hindistan’daki Müslüman azınlık ile Hindular arasında da hiç bitmeyen bir gerilim var. Dolayısıyla Jaggu, bilgisayarda görüntülü konuştuğu ailesine Pakistanlı biriyle birlikte olduğunu açıkladığında ailesi bunu hiç hoş karşılamıyor. Hatta Tapasvi isimli bir gurunun müridi olan babası, neredeyse fenalık geçiriyor ve bilgisayarı kaptığı gibi Tapasvi’ye götürüyor. Tapasvi de, “Müslümanlar iki yüzlüdür, Sarfaraz sana ihanet edecek,” diyerek zehirli oku atıyor.
Jaggu, gurunun kehanetine elbette ki inanmıyor ve aksini ispatlamak için Sarfaraz’a evlenmeyi teklif ediyor. Ancak evlenecekleri gün Jaggu’nun bütün hayalleri yıkılıyor. Öylece, alelacele gelen bir çocuk, tek kelime etmeden, imzasız bir ayrılık mektubu getiriyor ve Jaggu’ya veriyor. Mektupta, özet geçmek gerekirse, “farklı dünyaların insanlarıyız, yol yakınken dönmek en iyisi, bir daha beni arama,” tarzı şeyler yazılı. Jaggu, bu mektuptan terk edildiğini, tıpkı Tapasvi’nin öngördüğü gibi Sarfaraz tarafından yüz üstü bırakıldığını anlıyor, kalbi kırık hâlde Belçika’dan Hindistan’a dönüyor ve muhabirliğe başlıyor. Jaggu, muhabirlik günlerinde gerçekten ilginç bir haber arayışı içindeyken çok garip bir adamla karşılaşıyor. Adam, sarı bir kask takıyor ve sağa sola kayıp ilanları dağıtıyor. Bu kayıp ilanları kimin için olabilir? Tanrı için… Bu adam tanrının kaybolduğunu düşünüyor, artık dua ya da ibadet etmek yerine, çeşitli tanrı resimlerinin bulunduğu ilanları sağa sola dağıtarak tanrıyı arıyor. Sarı kaskını da tanrının milyarlarca insan arasından bizzat kendisini seçebilmesi için takıyor. Tanrıdan dileği ise çok küçük ve mütevazi: Onu eve götürecek olan kolyeyi bulmak…
Jaggu adamın peşine düşüyor, onun tuhaflıklarından ilk başlarda rahatsız olsa da gel zaman git zaman bu tuhaf adamın gerçekten de bir uzaylı olduğuna inanıyor. Hatta adamın masum ve komik hâlleri çok hoşuna gidiyor ve uzaylıya karşı sempati beslemeye başlıyor. Uzaylı, kolyeyi çaldırdıktan sonra başından geçenleri anlatıyor Jaggu’ya. Aslında sırf bu kısım bile film içinde ayrı bir film gibi. Uzaylının geldiği gezegende kimse ne kıyafet giyiyor ne de iletişim kurmak için konuşma ihtiyacı hissediyor. Zira orada insanların düşünceleri de bedenleri gibi çıplak. Konuşmak için el ele tutuşmaları yeterli, birbirlerinin düşüncelerini olduğu gibi görebiliyorlar.
Uzaylı, dünyadaki konuşma dili karşısında afallıyor. Konuşma aslında çok kafa karıştırıcı, bazen yanıltıcı bazen de aldatıcı ona göre. Oysa o yalanın olmadığı bir gezegenden geliyor. Fakat yine de çok eğlenceli ve ancak Aamir Khan filmlerinden beklenecek ölçüdeki bir ilginçlikle konuşmayı bir hayat kadınından öğreniyor. Kıyafet işini ise sağda solda denk geldiği “dans eden” arabalar sayesinde çözüyor. Bu dans eden arabalar ve diğer bazı konular, PK’yi öyle ailecek oturup izlenecek bir film olmaktan çıkarıyor ne yazık ki. “Bu arabalar neden dans ediyor? Dans eden arabaları nerede bulabilirim?” tarzı sorularla cebelleşmemek için en iyisi filmi çoluk çocukla izlememek.
Uzaylı, konuşmayı öğrendikten sonra denk geldiği herkese kolyesini çaldırdığını ve bu kolyeyi nerede bulabileceğini soruyor. İnsanlar ise onunla dalga geçerek, “sadece tanrının yardım edebileceğini,” söylüyor. Uzaylı bu sözü bayağı ciddiye alıyor ve bu sefer de kolyesine kavuşmak için tanrıyı aramaya başlıyor. İşte filmin belkemiğini de bu oluşturuyor. İnsanlara garip gelen hareketleri sonucu, zamanla “peekay,” yani “sarhoş” olarak anılıyor. Uzaylı, geldiği gezegende isim falan olmadığı için herkesin ona yakıştırdığı bu “peekay” lafını ismi olarak benimsiyor. İnsanların kendi aralarındaki iletişimi bile yeterince karmaşıkken, tanrıyla (ya da tanrılarla) kurmaya çalıştıkları iletişim içinden çıkılmaz bir hâlde. PK, bir tanrıdan öbürüne yardım umuduyla koşarken adeta adının hakkını veren bir berduşa dönüşüyor…
PK, öyle heyecandan soluksuz izleyeceğiniz bir film değil. Fakat buradan PK’nin sıkıcı bir film olduğu anlamı da çıkmamalı. PK sizi sürükleyici bir olay örgüsü ile sarhoş etmiyor, zaten niyeti de bu değil. Daha çok sizi, sorduğu cüretkâr sorular ve insanlığın sonu gelmeyen çelişkilerini bütün “çıplaklığıyla” gözler önüne sermesiyle uyandırmaya çalışıyor. Baş döndüren bir macera ile etraftaki manzarayı bulanıklaştırmıyor, aksine ilettiği cüretkâr mesaj ile manzarayı olabildiğince açık kılmaya çalışıyor. Bu manzara ise büyük ölçüde insanlığın kendisi. İnsanlar, birbirini acımasızca aldatan, yaralayan ve hatta öldüren habis varlıklarken, aynı zamanda sevgi, sadakat ve merhamet duygularıyla da yücelebiliyor. İşte bu derin dilemma, belki de insanın en büyük gizemi olmayı sürdürüyor.
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade