Başka Dünyalara Göçün Riskleri: ‘Pandorum’ Sendromu

2174 yılında insan nüfusu dünyanın taşıyamayacağı kadar artmıştır. Bu yüzden başka gezegenlerde yerleşme için çabalar başlamış, Tanis adlı gezegen keşfedilmiştir. Bu gezegene ulaşma amacıyla 123 yıllık yıldızlararası yolculuğa uygun bir gemi inşa edilmiştir. Gemide 60.000 kişi bulunmaktadır. Yolcular hiper uykuda tutulurken, mürettebat her iki yılda bir nöbetleşe uyanıp gemiyi idare etmektedir. Ancak sekizinci yılda bir mesaj alınır. Buna göre dünyadaki yaşam sona ermiştir ve gemi insanlığın son umududur. Belirsiz bir süre sonra gemideki iki kişi, Onbaşı Bower (Ben Foster) ve Teğmen Payton (Dennis Quaid) uyandırılır. Onlar kısmen unutkanlık hastalığı geçirmektedirler. Gemi ise elektronik sorunlar yaşar. Bu yüzden kapılar açılmadığı için ana yönetim bölgesine, köprüye ulaşamazlar. Bower havalandırma sistemini kullanarak güç bölgesine geçiş yapmaya çalışır. Bower “Eksensel Disfonksyion Bozukluğu” yaşamaya başlar, bu hastalık pandorumdur.

Bilimkurgu türünün temel özelliklerinden birisi öteki ile heyecan verici karşılaşmalar, başka dünya ve zamanlara yolculuk arzusudur; dolayısıyla bilimkurgunun kolonyal ya da emperyal ideallerin en üst aşamaya çıktığı bir dönemde ortaya çıkması arasında bir paralellik söz konusudur[1]. Bu keşif arzusunu Pandorum filminde de görmek mümkündür. Elysium’un görevi “Gezegeni işleme ve bir toplum yaratma”dır. Elysium’u niteleyen şey, filmde belirtildiği gibi “göçmen gemisi” olmasıdır. Umut yolculuğu başlamıştır. Elysium yolcuları yola çıktıklarında, tam olarak hangi görev teslim zamanı olduğu bilinmez ancak, Dünya’da beklenen savaş gerçekleşir ve insanlıktan geriye sadece mürettebat ve yolcuların kaldığı ortaya çıkar. Dünya artık yerinde yoktur. Yok olmuştur. Bu durum oldukça büyük bir zihinsel bozulmaya yol açmıştır. Dördüncü uçuş ekibinin Onbaşı üyesi Gallo amirlerini öldürür ve kalanları “yük ambarına” sürgün gönderir. Artık dünyadaki uygarlık ile bir temas mümkün değildir.

Filmin başlangıcında, Bower uyandırıldığında ne olduğunu tam anlamamaktadır. Aslında kendisinin bile kim olduğunu bilmemektedir. Kimliği tanımlayacak özellikler listesi ya da özel işaretlerden mahrum gibidir. Dolayısıyla Bower’ı uygarlığa bağlayan tek unsur “dil”dir; kendini unutabilir ama dilini asla unutamamaktadır. İsminin Bower olduğunu, uyku bölmesindeki ismi okuyarak öğrenir. Dil onun kendini tanımasında bir anahtar işlevi görmektedir. Sonrasında bu tanıma, kendisini Bower olarak kabul etme, yol gösterici olur ve hemen Bower yazan dolaba gidip orada üniformasını giyer. Dolayısıyla dil kahramana görevini anımsatır, o bir “görev adamı”dır. Bu “adı konmuşluğun” sonucu olarak kendi benlik ve kimliğini açığa çıkarmaya çalışır.

Filmdeki geçici hafıza kaybı aslında uygarlığın temel yönlendirici ilkeleriyle uzun süreli bir temassızlığın sonunda, bireylerin barbarlaştığı, ilkelleştiğini ifade etmektedir. Pandorum hastalığının belirtilerinin bastırılması, onları görünür kılmama yönündeki bir tedavinin sonuç getirmeyeceği açıktır. Asıl bu sorunun kaynağı çözüme kavuşturulmalı, uygarlıkla bağ kurulmalı, kimliği oluşturacak düzeyde “toprakla” temas sağlanmalıdır. Uzay gemisinin sonsuz uzayda “askıda” kalmış hali bütün temel değerlerden uzaklaşma güdüsü ve sonucu doğurmaktadır. Bunun sonucu ise bedensel hastalık belirtilerinin kimliği süreksizleştirmesi, benliğin yeni düzeyde bir yamyamlık, mutantlık ekseninde yeniden inşası olmaktadır.

Pandorum rahatsızlığının herkesi etkilemesi söz konusu değildir ancak neden bazı insanları etkiliyor, bu biraz belirsiz görünmektedir. En açıklayıcı bilgi tarımcı ekip üyesi tarafından verilir: Tanis gezegenine uyumlu hale gelmek için vücuda yapılan çeşitli enjeksiyonlar bazı insanları dönüştürmüş ve yamyamlaştırmıştır. Bunun yanı sıra başka bir açıklamayı psikolojik dengesizlik, tutarsızlık, uygarlığın sınırında bulunarak, yamyamlık yoluyla uygarlığın temel değerlerine dönük ihlal edimi üzerinden yapmak mümkündür. Dolayısıyla esas sorun bireyleri topluma bağlayacak toplumsal ve zihinsel bir haritanın yokluğudur. Böyle bir haritanın yokluğundan kaynaklı kişiler kimliksizleşirler.

Film yamyamlar arasındaki oluşan ritüel ve kültürün çevre etkisiyle, Gallo’nun onları zorlamasıyla oluştuğunu göstermektedir. Dolayısıyla bedenin dönüşümü önce zihnin dengesizliğiyle tetiklenmekte, sonrasında yeni çevrede zorlanan insanlar canavarlaşmaktadır. İnsanlığın tarihi onun ağırlıkla çevresel şartlara ayak uydurup varlığını devam ettirmesi üzerine kuruludur ve bedenin işleyişini anlamaya başlaması ise çok yenidir (Bernal, 1929, B.III, p.1). Dolayısıyla insan henüz kendini dönüştürme evresine yeni yeni girmektedir ve Pandorum filmi bu “uyarlanma” sorununu merkezi bir sorun olarak ortaya koymaktadır. Yeni çevresel şartlara uyarlanan insan giderek insanlığını kaybeder ve bu süreçte yamyamlaşır. Bu durum çatışkılı bir durum ortaya koymaktadır.

İnsan bir yandan “kendini korumalı” öte yandan yeni koşullara “ayak uydurmalı”dır. Göçebe kültürün de temel sorunsallarından birisi neyin korunacağı, dışarıdan neyin kalacağıdır. Eğer insan kendi bedenini düzenleme imkânına sahipse neyi korumalı ve ne ölçüde kendinden vazgeçmelidir? Film bu konuda temel uygarlık değerlerini öne çıkarmaktadır. Bedenin dönüşümünü bir tehdit olarak göstermektedir. Bu dönüşümün kötücül olmasının en büyük sebebi “toprak ana” ile gerçekleştirilmiş temasın yok olmasıdır.

Zaten pandorum rahatsızlığı yörüngeden uzaklaşma ile ilgilidir: Titreme, kaşıntı, uzay boşluğunda olmanın biyolojik yan etkileri bunlardır. Duygusal bir travmadan tetiklenir. Dolayısıyla pandorum vakasının uzay boşluğunda ortaya çıkmış bir hastalık olmasıyla, giderek insanlıktan ve uygarlıktan uzaklaşan mürettebatın uygarlığın “yer çekimi”nden uzaklaşması arasında bir paralellik söz konusu olmaktadır. Zihin “özgür” kaldığında beden ona eşlik etmekte bilindik formunu kaybetmektedir. Bu açıdan toplumsal bir varlık olarak insan, kendini karşılaştırabileceği bir uygarlıktan yoksun kaldığında, toplumsal benliğini inşa edememekte, onu yeniden üretememektedir.

Filmde iyi ve kötü arasında oldukça kesin ayrımlar vardır. Yamyamlık kötüdür ve yamyamlar mutlak ötekidir; onlar bir tabuyu, insanın kendi türünden bir başkasını yememesi kuralını ihlal etmişlerdir. Freudyen tabular önceki nesiller tarafından dıştan dayatılmış ilksel yasaklardır. Bu belirli arzulara dönük yasaklar tüm insanlarda ortak olan bazı eğilimlere hitap etmektedir ve bu yasaklar sapkın düşünceleri uzaklaştırmaya dönük bir araç olarak ortaya çıkmaktadır. Tabuyu ihlal eden de tabu nesnesi haline gelmektedir ve uzak durulması gerekmektedir. Yasak olanı gerçekleştiren kişinin tabu haline gelmesinin sebebi bu yasağı delip, diğerlerinin aklına bu yasağın kırılabileceği düşüncesini sokan ve onları “ayartan” kişi olmasıdır (Freud, 2012, s. 83).

Bu durum da Freud’un yine vurguladığı gibi arzu ve yasağın çifte değerli olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte yamyamların varlığı, var oluş nedeni (rasion d’etre) filmdeki olayları “anlatılmaya değer” kılmaktadır. Bir kez kendi türünden birisini sebepsizce öldürüp tabuyu ihlal eden kişi, bundan dolayı cezalandırılıp tabu haline gelmediğinde tabuyu ihlal etme güdüsü diğerlerine de bulaşmakta, ilk yamyamlık edimiyle birlikte bir yamyamlık kültürü oluşmaktadır. Böylece canavarlar uygarlığa giden yolda topluca katledilmesi gerekenlerdir. İyi ve kötü olarak bölünme gerçekleşmiştir. Sonuçta öteki, Ben’in/Biz’in sağaltımı için olumsuz bir toplumsal inşa olarak görevini yerine getirmiştir

Filmdeki Elysium gemisi aslında bir “nesil yıldız gemisi” olarak tasarlanmamıştır; sınıflamada belirtildiği gibi bir “uyku gemisi” olarak mürettebat ve yolcuları sağlıklı biçimde hedef gezegene ulaştırmak için yapılmıştır. Gemiyi ve yolculuğu planlayanlar muhtemel kültürel kayıpları en aza indirmek için bu türden bir formül bulmuşlardır. İnsanlığın derin uykusunun yeni bir uygarlık şafağının doğmasına yol açması beklenirken, uykudan uyanan insanın en ilkel içgüdüleri olmuştur. Esas tehlike geminin giderek doğal yollarla bir nesil yıldız gemisine dönüşmesiyle başlamıştır. Bu tür bir amaç için tasarlanmayan uyku gemisi, özellikle bir bireyin (Gallo) uygarlık değerlerinin dışına çıkmasıyla tetikleyici dönüşümü geçirir ve gemideki insanların giderek yamyamlık gibi eğilimlere dönüş yaptığı bir nesil yıldız gemisi olur.

Her bir nesil sonrasında doğanlar ve büyüyenler insanlığın en temel değerlerini daha fazla unutur ve yamyamlık bir norm halini alır. Filmde yamyam yaratıklar artık üremekte ve soylarını devam ettirmektedir. Masumiyetin simgesi sayılan çocuklara karşı nasıl davranılmalıdır sorusu bir sahnede açıklığa kavuşur. Bower ve takımı yamyam kültür içinde yetişmiş bu çocuğa karşı ne yapacaklarını bilemez. Öldürme teşebbüsü ekip üyesi tarafından hemen engellenir. Buna karşın çocuk kaçar, türdeşlerini çağırır. Filmin sonuna doğru büyük çatışma anında ise çocuk ona “acıyan” insanın boğazını hiç düşünmeden keserek öldürür. Böylece film büyümüş ve yıkıcı etkilerini görünür hale getirmiş olanlar için değil, “saf” görünen çocuksu arzuların bile tavizsiz biçimde yok edilmesi gerektiği söylemini öne çıkarmaktadır. Filme göre uygarlık/barbarlık dikotomisinde çocuksu ve saf gibi niteliklerin anlamı yoktur ve kötücül şeylerin hepsinden uzaklaşılması, yok edilmesi gerekmektedir.

Göç ve göçmenlik konusu dünya üzerinde göç hareketlerinin artmasına bağlı olarak gündemde daha yoğun biçimde yer bulsa da, bu sorun ve tartışmanın uzun süreçte devam edeceğini kestirmek mümkündür. Bununla birlikte hem bilimsel çalışmaların Güneş Sistemi’nin geleceği üzerindeki projeksiyonları hem de insanoğlunun teknik olarak yetkinleşmesinin getirdiği olası riskler göç ve mültecilik sorununun sürekli gündemde tutulmasına neden olmaktadır. Bu durumun yansımasını bilimkurgu sinemasında da görmek mümkündür. Böylece başka dünyalara, sistemlere yapılacak bir göçün getireceği olası riskler, bunun genel olarak insanlık durumu hakkında yaratacağı değişimler çeşitli türde korkuların belirmesine neden olmaktadır.

Şüphesiz Pandorum filminde ele alınan başka dünyalara göç konusu bu filme özgü değildir. Christopher Nolan’ın Interstellar (2014) filmi, Star Trek dizisi ve filmleri, Ridley Scott’ın Alien (Yaratık, 1979, 2017) ve kısmen Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey (1968) filmleri bu türden göç konusunu sorunsallaştıran filmler arasındadır. Filmlerde göç konusu çeşitli şekillerde ele alınmıştır. Kubrick’in eserinde göç ve öteki ile temas daha kozmik, mistik ve üstinsan diyebileceğimiz bir türsel temasa çerçeve sağlamaktadır. Nolan’ın eserinde dünyadaki durumun kötüleşmesi ve gerçekleştirilmesi gereken göç aşkın bir varoluşa geçişin zorunlu bir aşamasıdır. Bu filmler öteki ile temasın fırsatlarını öne çıkarmakta, bunu insanlık için bir potansiyel olarak görmektedir ve Tsiolkovsky’nin bu uzay yolculukların biçtiği aşkın varoluşa geçiş rolüne daha uygun yapılardadır.

Star Trek dizi ve filmlerinde ise göç ve temas kimliğin kaybolmadan müzakere edildiği, her biri kendi özgün yerine sahip çeşitli varlıklarla eşitliğe dayalı bir temas biçiminde ortaya konarak insanlığın daha üst bir varlık olmasında bir aşama olarak göze çarpmaktadır (özellikle 1996 tarihli Star Trek: First Contact,  Jonathan Frakes). Pandorum filmi ise, tıpkı Ridley Scott’ın Alien filminde ve sonraki devamlarında öne çıktığı gibi göç konusunu özellikle korkuların ön plana çıktığı bir düzlemde tartışmaktadır. Evrenin, yeni dünyalardaki ve uzaydaki çevresel şartların milyonlarca yıldır dünyadaki çevresel şartlara uyum sağlamış olan insan türüne nasıl bir etki yapacağı belirsizlik taşımaktadır. Film açık bir şekilde bu yolculuğun zorunlu olarak tehditler içerdiğini, bu tehditlerin bedenin transformasyonu, metamorfoz, kimliksizleşme ve hayvanlaşarak anonimleşme, benlik duygusunun yitimi gibi unsurlar içerdiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Pandorum filminde diğer filmlerde olduğu gibi göç süreci bir üst varoluşa, aşkınlaşmaya zorunlu geçiş ya da müzakere edilebilir değil, ontolojik ve içgüdüsel olarak gerileme, bu gerilemeyi durdurmaya dönük çaba olarak anlam kazanmaktadır.

Diğer filmlerde öteki, yabancı fiziksel olarak başka bir varlık ve (bazılarında) öznelliğe sahip gibi görünürken, Pandorum filminde öteki ayrı değil insanın içindedir; içgüdülerinde saklıdır. Diğer filmlerde şimdiki zamanın insanı yeni varoluşu olumsal olarak iyi karşılarken, bu filmde ve Alien filmlerinde esas vurgu benlik ve kimlik duygusunu kaybetmeme yönündedir. Bu yüzden Pandorum filmini bilimkurgu literatüründe öne çıkan ve yabancı ile teması bir kimlik kaybı ile ilintilendiren, Geraghty’nin “canavarsı yabancılar” olarak belirttiği (2009, ss. 75-76) filmlerdeki temsile daha yakın görmek mümkündür. Bu tür filmlerde bilinmezlik insanlığın en derin korkularından birisi olarak belirmekte, öteki ile temas yıkıcı etkileriyle öne çıkarılmaktadır. Pandorum filminde ise bu durum daha özel olarak, öteki ile temas insanın en eski ve vahşi güdüleriyle temas etmesi olarak anlam kazanmakta, bilinmezliğin insan özünde yaratacağı değişim korkusu öne çıkarılmaktadır.

  • [1] Bilimkurgu türünün ortaya çıkışı ve yükselişi ile Britanya İmparatorluğu’nun (19. yüzyıl sonu) veya sonra ABD’nin hegemonyasının yükselişi (20. yüzyılın ikinci yarısı), emperyalist kolonyalist zirve noktaları ve paylaşım savaşları arasındaki bazı zamansal paralellikler söz konusudur. Bu konuda bkz. Neale, 2005, s. 93; Reider, 2010, s. 196; Roberts, 2006, s. 50; Roloff ve SeeBlen, 1995, s. 163.
  • Bu Çalışma Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi’nin 33. sayısında yayınlanmıştır. Tam metni okumak için tıklayınız.

Yazar: Mikail Boz

Ömrünün yarısını ne yapacağını, kalan yarısını da ne yaptığını düşünerek geçirmek istemeyen bir yersiz yurtsuz... Bilimkurguyu da bu yüzden seviyor...

İlginizi Çekebilir

Bilimkurgunun Bıçkın Delikanlısı: Karl Urban

Karl-Heinz Urban, 7 Haziran 1972’de Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da doğdu. İki ebeveyni de çok zengin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et