Bağımsız bir yönetmen olmak yalnızca yetenek ve tutku meselesi değildir, çoğu zaman bir hayatta kalma savaşıdır. Film çekmek başlı başına zorken, onu finanse edecek bir yapımcı bulmak, dağıtımcıyı ikna etmek ve sinema salonlarında yer bulmak daha da zordur. Özellikle büyük stüdyoların hüküm sürdüğü, ahbap – çavuş ilişkilerinin sektörün kapılarını belirlediği bir ortamda, tanıdığınız yoksa o kapılardan içeri girmek neredeyse imkânsızdır. Bu durum, sinemanın sanattan çok endüstri tarafına hizmet ettiği gerçeğini bir kez daha gözler önüne serer. İşte tam da bu noktada, sistemin dışında kalan ama içinde olmayı hayal eden bir figür olarak Edward D. Wood Jr.’ın hikâyesi başlar.
Sinema tarihinin en kötü yönetmeni olarak anılmak çoğu yönetmenin kâbusudur. Fakat Edward D. Wood Jr., bu unvanı gururla taşıdı. Tim Burton’ın 1994 yapımı Ed Wood filmi, bu sıra dışı yönetmenin hayatını ve özellikle Plan 9 from Outer Space adlı “başyapıtını” merkezine alarak bize yalnızca bir sinemacının portresini değil, aynı zamanda hayallerin endüstriyle, tutkuların gerçeklikle çarpışmasını anlatır. Bilimkurgu tutkunu bir yönetmenin bu uğurda verdiği savaşı ve sektörde var olma mücadelesini aktarır. Dünyanın en kötü yönetmeni unvanlı Edward D. Wood Jr. hakkındaki bu biyografi filmi, ironik bir biçimde, dünya sinemasının iyi biyografi filmlerinden biri olmayı başarır ve bu da belki biraz sinemanın yukarıda bahsettiğimiz paradoksal doğasını gözler önüne serer.

Baştan belirtelim, bu bir bilimkurgu filmi değil. Bu, bilimkurgu üzerine bir film. Zira 1924 – 1978 yılları arasında yaşayan yönetmenin kalbinde daima bilimkurgu vardı. Çocukluğundan beri uzaylılara, canavarlara ve diğer dünyaların fantastik varlıklarına hayranlık beslemişti. Fakat ne yazık ki hayalleri ile becerileri arasında her zaman büyük bir uçurum vardı. Düşük bütçeler, tutarsız senaryolar, dekorun devrilmesini umursamayan çekim disiplini ve oyuncuların beceri eksikliği, filmlerinin vazgeçilmez unsurları hâline geldi.
Tim Burton’ın yönettiği ve Scott Alexander ile Larry Karaszewski’nin kaleme aldığı Ed Wood, Johnny Depp’in başrolde parladığı ve Martin Landau’nun Bela Lugosi performansıyla Oscar kazandığı bir başyapıt. Film, 1995 Akademi Ödülleri’nde Landau’nun kazandığı En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dışında En İyi Makyaj dalında da Oscar kazandı; siyah – beyaz estetiği, dönem atmosferi ve olağanüstü oyunculuklarıyla eleştirmenlerden tam not aldı. Filmin kadrosu, sinema tarihine farklı tonlarda iz bırakmış karakterlerle dolu: Patricia Arquette, Sarah Jessica Parker, Bill Murray, Jeffrey Jones ve Vincent D’Onofrio gibi isimler bunlardan bazıları. Johnny Depp’in Ed Wood’a kattığı saf iyimserlik ve sınırsız özgüven, filmi yalnızca bir biyografi olmaktan çıkarıp bir tür yaratıcı çılgınlığın hikâyesine dönüştürüyor.

Özellikle Plan 9 from Outer Space, Edward D. Wood Jr.’ın en pahalı ve senaryosuna en çok güvendiği projesiydi. Uzaylıların ölüleri dirilterek dünyayı ele geçirmeye çalıştığı bu absürt anlatı, Wood için bir bilimkurgu harikasıydı. Ne var ki film, mantık hataları, teknik yetersizlikler ve oyunculuk facialarıyla tarihe geçti. Ancak tam da bu kusurlarıyla kült bir klasik olmayı başardı. Çünkü Edward D. Wood Jr., samimiydi. O, sınırlı kaynaklarıyla evrenler kurmaya çalışan bir çocuk gibiydi. Ed Wood’un merkezinde de Plan 9 from Outer Space’in çekim macerası yer alıyor. Film yalnızca eserin yapım sürecini değil, aynı zamanda Ed’in hayatındaki önemli dönüm noktalarını da ustaca işliyor. Bunlardan biri de Bela Lugosi ile tanışması.
Kariyerinin sonlarında uyuşturucu bağımlılığıyla boğuşan ve Hollywood tarafından unutulan Lugosi, Ed Wood’un filmlerinde yer alarak âdeta bir çıkış umudu aramıştı. Ed ise bu yaşlı yıldızı yalnızca bir oyuncu olarak değil, gerçek bir dost olarak görmüş, onun onurunu korumaya çalışmıştı. Bu ilişki, filmin en insani yönlerinden birini oluşturuyor. Ed, Lugosi’nin ölümünden sonra bile onun eski çekimlerinden aldığı birkaç saniyelik görüntüyü Plan 9’a eklemiş ve sanki hâlâ hayattaymış gibi filme yedirmişti. Teknik açıdan acemice bir hareket olsa da, duygusal anlamda Wood’un sinemaya ne kadar tutkuyla bağlı olduğunun yanı sıra ahde vefasının da göstergesiydi.

Edward D. Wood Jr.’ın hayatı yalnızca sinema değil, kimlik arayışıyla da örülü. Kadın giysileri giymekten keyif aldığını açıklaması, o dönemin Amerikan toplumundaki büyük bir tabuya karşı bireysel bir başkaldırı olarak da okunabilir. Ed Wood filmi bu konuyu da ustalıkla işliyor; Wood’un hem özel hem de profesyonel hayatında karşılaştığı ötekileştirmeyi gözler önüne seriyor. Aşk hayatı da aynı derecede karmaşık. İlk başta kadınlar, onun tutkularını anlamakta zorlanıyor. Ancak sonunda, onu olduğu gibi kabul eden bir kadınla hayatını birleştiriyor. Bu, Wood’un yalnızca bir yönetmen değil, kendi doğasına sadık bir insan olarak da portresini tamamlıyor. Edward D. Wood Jr., bir bağımsız sinemacının çileli yolculuğunun vücut bulmuş hâli. Film çekmek için her yolu deniyor: Küçük stüdyoların kalitesiz projelerinde maaşlı yönetmenlik yapıyor, erotik filmler çekiyor, hatta kendi filmlerini hayata geçirmek amacıyla bir tarikata bile katılıyor. Tüm bunların ardında ise tek bir neden yatıyor: Bilimkurgu aşkı…
Film, bu doğrultuda Edward D. Wood Jr.’ın 1950’lerde yaşadığı tuhaf sinema maceralarına da ışık tutuyor. En ikonik anlardan biri de Bride of the Monster filmi için stüdyodan dev bir plastik ahtapot kuklasının ödünç (ç)alındığı sahne. Ed ve ekibi, bir gece stüdyoya girip ahtapotu başarıyla kaçırıyor, ancak çok ağır olduğu için motorunu yerinden bile kaldıramıyorlar. Sonuç olarak Bela Lugosi, motoru olmayan kuklanın içine girip kollarını kendisine sarılıyormuş gibi hareket ettirerek “ahtapot tarafından saldırıya uğruyor” izlenimini yaratıyor. Bu sahne, düşük bütçenin çaresizliğini değil, bilimkurgu sineması için gösterilen olağanüstü yaratıcılığı temsil ediyor. Ayrıca, başka filmlerin çöpe atılmış sahnelerini toplayarak kendi yapımlarında kullandığı da biliniyor. O, kelimenin tam anlamıyla çöp filmler yapan bir sinemacıydı. Hatta kimi zaman filmleriyle anlam bütünlüğü kazandırmak için bu sahnelere sonradan kel alaka dublajlar ekliyor, bütçesizlikten ötürü aynı sahneyi birkaç farklı filmde tekrar kullanıyordu.

Aynı zamanda bu ayrıntılar, bağımsız sinemacıların yaratıcı çözümler üretmek zorunda kaldığı sistemsel sıkışmışlığı da gözler önüne seriyor. İşte bu nedenle film, aynı zamanda alternatif sinemanın verdiği direnişi de gözler önüne seriyor. Hollywood’un kalın duvarları, Wood gibi sınıfa giremeyenlerin çabalarını boşa çıkaracak kadar sert. Ancak Ed, asla pes etmiyor. Belki en iyi filmleri yapamıyor, ama en azından yapmak için her şeyi deniyor. Bu da onu başarısız bir yönetmen değil, azmin ve tutkunun sembolü hâline getiriyor. Hatta filmin sonlarına doğru gittiği bir barda, dönemin en büyük yönetmeni olan Orson Welles ile tanışıyor. Welles’e sinema hayatında başından geçenleri anlatıyor. Welles onun çabalarını takdir ediyor ve kendisinin geçtiği zorlu yolları anlatarak başarının bir adım gerisinde olduğunu söyleyerek onu cesaretlendiriyor. Welles’in sözlerinden cesaret alan Ed, sonunda tüm güçlükleri göğüsleyip Plan 9 From Outer Space filmini çekiyor.
Ed Wood, sinema tarihinin en kötü yönetmenleri arasında anılan bir adamı anlatırken aslında yaratıcılığın, inadın ve aşkın ne kadar güçlü olabileceğini de gösteriyor. Tim Burton’ın şefkati, Wood’un saçmalıklar içindeki sinematik evrenine derin bir saygıyla yaklaşıyor. Bu nedenle film, bir biyografi olduğu kadar, bir bağımsız sinemacının direniş manifestosu da. Evet, Edward D. Wood Jr., kötü filmler yaptı ama asla kötü niyetli bir sinemacı değildi. Çünkü o hiçbir zaman hayal kurmaktan vazgeçmedi. Maaşlı yönetmen olarak isim yapıp hatırı sayılır paralar kazanabilecekken, o hep hayalini kurduğu bilimkurgunun peşinden gitti. Ona kapıları kapatan yapımcıları bugün kimse hatırlamıyor, ama Edward D. Wood Jr.’ın filmi bile çekildi.