first man

Ay’da İlk İnsan: First Man

Nereden nereye, Ay’a yolculuk konusu edebiyatta ve sinemada bir zamanlar sadece bilimkurgu olarak işlenebilirken artık tarihi bir film olarak çekilebiliyor. Damien Chazelle’in yönettiği ve Ryan Gosling’in Neil Armstrong’u canlandırdığı, Türkiye’deki sinemalarda da halen gösterimde olan 2018 yapımı “First Man”, 20 Temmuz 1969’da Ay’a ilk kez ayak basan astronot Neil Armstrong’un 1961-1969 yılları arasındaki hayatına odaklanmış biyografik bir tarihi dram filmi. Ryan Gosling’i yakın bir zamanda Blade Runner 2049’un başrolünde de görmüştük. Demek ki Gosling son dönemde Hollywood’da yıldızı yükselen bir oyuncu.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim, film bitip sinema salonundan ayrılırken büyük bir hayal kırıklığı içindeydim. İzleyicilerin homurdanmalarından da farklı hissetmediklerini anladım. IMDb’deki seyirci yorumları da benzer yöndeydi. Hatta diyebilirim ki, First Man’i izledikten sonra meşhur “Ay’a aslında gidilmedi, her şey bir Hollywood ürünüydü” iddialarının aksine 1969’da Ay’a gerçekten de gidildiğine ikna oldum! Çünkü 2018 yılında Ay’a ilk insanlı yolculuğu anlatan bir film böyle çekilmişse, o yıllarda kesinlikle o yolculuğu stüdyoda çekmiş olmalarına imkân yok!

Elbette bu abartılı duygusal tepkimin nedeni, filmin anlatmayı seçtiği konunun odak noktası ile izleyici beklentisi arasındaki büyük fark. Film, Neil Armstrong’un kişisel hayatında ailesiyle birlikte yaşadığı acılara (kızı Karen’in 1962’de beyin tümöründen ötürü hayatını kaybetmesi) ve Apollo 11 Ay görevinin hayati tehlikelerinden ötürü eşinin ve çocuklarının duyduğu endişelere (“Geri döneceksin, değil mi baba?”) çok fazla yoğunlaşmış durumda. Bu dramatik yoğunlaşma dolayısıyla filmdeki Neil Armstrong neredeyse hiç gülmüyor, sürekli depresif ve kendisi aday olarak projeye başvursa da sanki Ay’a zorla gönderiliyormuşçasına bir ruh hali içinde resmedilmiş.

Neil Armstrong’u o meşhur “Benim için küçük, insanlık için büyük bir adım” lafıyla ismini tarihe taşıyan Ay yolculuğu ve Ay’daki sahneler ise filmin neredeyse son dakikalarında karşımıza çıkıyor. Ay’dan döndükten sonra, oradan herhangi bir dünya dışı mikrop vb. kaynaklı hastalık getirip getirmediklerinden emin olmak üzere tutulduğu karantina odasında camın ardından eşiyle karşılaşma anlarında bile tarihi bir işi başarmış olmanın vermesi gereken mutluluktan pek iz yok.

Aslında senaristi ve yönetmeni anlayabiliyorum, yapmaya çalıştıkları şey Ay’a gitmenin arka planında ne kadar büyük fedakârlıkların yaşanmış olduğunu göstermek. Sinematik tercihlerini bu yönde kullanmışlar. Dramatik etkinin dozunda sunulduğu sahneler de yok değil. Mesela Apollo 11 Ay görevine hazırlık için yapılan testlerde çıkan sistem arızalarında feci şekilde ölen diğer astronotlar, bu ölümlerin ailelerinde ve ekipteki diğer astronotlarda yarattığı duygusal etkiler ya da Armstrong’un Ay krateri önünde kızı Karen’ı hatırladığı sahnede (sürpriz bozmamak için söylemeyeceğim) yaptığı hareket oldukça yerinde olmuş. (Yeri gelmişken, Hollywood uzayda düşük yer çekiminde kaskın içinde gözyaşlarının akması sorunsalına acilen bir çare bulmalı, Passengers filminde de böyle bir sahne hatalı şekilde verilmişti.)

Hatta bir bakıma bu dramatik sahneler, günümüzde Ay’a aslında gidilmedi diyen komplo teorisyenlerine de sanki bir cevap gibi. Onca çekilen sıkıntıların, kayıpların ardından birileri çıkıp her şey bir senaryo ve kandırmacaydı derse, birileri de çıkıp “Hayır, gidildi” ve “Bakın, insanlar bunu başarabilmek adına ne acılar çekti” der ve yönetmen Damien Chazelle de objektifini o projede görev alan astronotların kişisel dramlarına çevirerek böyle yapmış. Fakat Ay’a giden ilk insanın anlatıldığı 2 saat 21 dakikalık bir filmde, onun Dünya’da değil Ay’da yaşadıklarına daha çok eğilecek kadar yeterli vakit pekâlâ bulunabilirdi!

“First Man” filmi, Apollo 11’e giden süreçte toplumdaki ve siyaset arenasında yaşanan gelişmelere de ucundan değiniyor. O dönemde, uzay yarışında Sovyetler Birliği’nin gerisinde kalan ABD’nin ideolojik imajını düzeltmek için NASA’ya kesenin ağzını açması ve Ay’a ayak basmak gibi zor bir hedefi belirlemesi öyle herkes tarafından hoşnutlukla karşılanmıyor. ABD’de henüz ekonomik anlamda siyahîler gibi dezavantajlı gruplar varken, insanlar zar zor geçiniyorken, Ay’a gitmek için milyarlarca dolar harcanması ABD’deki muhalif grupların tepkisini çekiyor ve filmde buna karşı çıkan mitinglerden kısa sahneler mevcut. Parlamento üyeleri de, test çalışmalarında yaşanan her aksaklık sonrasında proje ekibini sorguya çekiyor ve parayı veren düdüğü çalar misali, Ay yolculuğunun insanlık tarihindeki bilimsel ve kültürel önemini hiç umursamadan dar görüşlü bir biçimde bunun sadece kamuoyundaki oy karşılığını önemsiyorlar.

Keşke filmde bir karakter de çıkıp, NASA’nın bütçesini dilinize dolayacağınıza Pentagon’a ve silahlanmaya bu kadar para harcamazsanız, ABD’de açlığa da, evsizliğe de, işsizliğe de çare bulunur diyebilseydi. First Man’de böyle bir şey görmüyoruz, sadece o dönemdeki gerçek protestolardan ve televizyon tartışma programlarından kolajlar eşliğinde genel ABD kamuoyunun Ay’a gidilmesine karşı olduğuna şahit oluyoruz. Hatta filmde bilimkurgu eserleriyle de tanınan ünlü yazar Kurt Vonnegut’un dünyada çözülmeyi bekleyen sorunlar dururken Ay’a gidilmesini büyük müsriflik ve şımarıklık olarak gören eleştirel bir konuşmasına da yer verilmiş. Bilimkurgu yazmış bir yazarın böylesi bir sığ tepkisine şaşırdığımı itiraf etmeliyim.

Gerçi biliyoruz ki Ay’a insanlı seferi mümkün kılan başat etken, bilimsel güdülerden ziyade Sovyetlerle ideolojik bir sidik yarıştırmadan ibaretti. Sonrasında on yıllar boyunca Ay’ın unutulması kimi komplo teorisyenlerine, şimdiki daha gelişmiş teknolojiye rağmen Ay’a insan gönderilmiyorsa aslında 1969’da da Ay’a gidilmedi dedirtti. Ya da Apollo 18 filminde olduğu gibi, aslında Ay’a gidildi ama orada rastlanılan korkunç Ay yaratıkları yüzünden bir daha geri dönmedik gibi fantastik senaryolara da malzeme verdi. Hâlbuki uzay seferleri hangi ülke gerçekleştirmiş olursa olsun bütün insanlığın başarılmasından kıvanç duyması gereken önemli tarihi olaylar. Film, Armstrong Ay’a ayak bastığında radyoları ve televizyonları başında bu ana şahitlik eden yüz milyonlarca insanın heyecanına ve sevincine yer vermesiyle bu bağlamda anlamlı bir dokunuş yapmış. (Herhalde filme göre bir tek Amerikan kamuoyu parayı biz veriyoruz, elâlem seviniyor diye kahrolmaktaydı!) Uzay, etnik ve dinsel farklılıklarına rağmen insanlığın kardeşliğini ve bu gezegenin ortak evimiz olduğunu hepimize hatırlatıyor.

First Man, izleyici beklentilerine yanıt vermekte başarısız olsa da görsel kalitesi ve dramatik içeriğiyle bir takım ödüller de kazandı. Oscar’da da elinin boş dönmeyeceğini tahmin ediyorum. (En iyi arabesk film diye bir dal varsa birincilik almalı!) Hollywood film ödüllerinde Damien Chazelle’e en iyi yönetmen, Justin Hurwitz’e en iyi müzik kompozisyonu ve Tom Cross’a en iyi editör dallarında başarı kazandıran film, Toronto ve Venedik uluslar arası film festivallerinde de aday olarak gösterildi. Neil Armstrong’un eşi Janet Armstrong’u canlandıran Claire Foy’un da “kocasının uzaydan geri dönmesini bekleyen endişeli ev kadını” rolünü oldukça başarıyla canlandırdığını belirtmeden geçmemeliyim.

Sonuç olarak First Man, Ay’a ilk kez insanlı yolculuk konusunu ele alırken sadece Neil Armstrong’un kişisel buhranlarına ve dramlarına yoğunlaşmayı tercih etmiş, Ay’a gitmenin insanlık tarihindeki önemine fazla değinmemiş ve ancak sondaki başarılı Ay görselleriyle izleyicinin gözüne bir parmak bal çalmış dramatik yapıda bir film. Ay yolculuklarına dair sinemada daha önce dramla teknolojiyi başarıyla birleştirmiş, Ron Howard’ın yönettiği Tom Hanks’in başrolünde oynadığı 1995 yapımı Apollo 13 ile kıyaslandığında oldukça yavan kalıyor. Mars’a insanlı seferlerin tartışıldığı 2018 yılında, Ay’a ayak basan astronotların fedakârlıklarına yer verilirken dram dozu daha iyi ayarlanmalıydı diye düşünüyorum. Hatta bu yönüyle First Man, aslında astronotlara ve ailelerine izlenmesi yasaklanması gereken bir film olmuş (Bunu NASA’ya yazmalıyım!). Çünkü filmi izleyen astronotlar bırakın Mars’ı, Dünya yörüngesindeki Uluslararası Uzay İstasyonu ISS’e gitmekten bile vazgeçebilirler!

Fakat insanlık bir gün önünde sonunda uzaydaki diğer dünyalara da gidecek ve yerleşecek –o güne dek kendi kendimizi yok etmezsek-. Konstantin Tsiolkovski’nin dediği gibi, “Dünya insanlığın beşiğidir, ama beşeriyet sonsuza kadar beşikte yaşayamaz.” Neil Armstrong’un kendisi için küçük, ama insanlık için büyük adımı, bu beşikten dışarıya doğru atılan ilk önemli adımdı. Bu adımı Güneş Sistemi’nden başlayarak diğer diyarlara doğru genişletmek için girişilecek ortak uluslararası çabalar, dünya barışına giden yolu da genişletecektir.

Yazar: İsmail Yiğit

1982 Ankara doğumlu. Türkiye Bilişim Derneği’nin 2016 yılında düzenlediği bilimkurgu öykü yarışmasında “İhlal” adlı öyküsü üçüncülüğe seçildi. Fabisad'ın düzenlediği 2017 GİO yarışmasında “Satır Arasındaki Hayalet” adlı öyküsüyle öykü dalında başarı ödülü kazandı. İlgilendiği ana konular: Teknolojinin toplumsal inşası, sosyoteknik tasavvurlar, siber savaşlar, otonom silahlar, transhümanizm, post-hümanizm, asteroid madenciliği, dünyalaştırma... Ursula K. Le Guin, Philip K. Dick, Michael Crichton ve Kim Stanley Robinson, kalemlerini örnek aldığı yazarlar arasında. Parolası: “Daha iyi bir dünya pekâlâ mümkün!”

İlginizi Çekebilir

bilimkurgu darth vader no

Bilimkurguya Küsen Yönetmenler

Sinema üzerine yaptığımız listelere bu kez de bilimkurgu sinemasında beklenen başarıyı gösterememiş olan yönetmenlerle devam …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et