The Midnight Sky, Lily Brooks-Dalton’un Good Morning Midnight adlı romanından uyarlanmış 2020 yapımı bir felaket sonrası filmi. Yönetmenliğini ve Netflix için yapımcılığını George Clooney üstleniyor. Clooney aynı zamanda baş rol karakteri bilim insanı Augustine Lofthouse‘u canlandırıyor. 2049 yılında Augustine Lofthouse’un söyleyişiyle Dünya’da işler pek iyi gitmemiştir. Ne olduğu çok açık olmamakla birlikte nükleer bir felakete dair ipuçları vardır. Gözlem istasyonunu diğer personel gibi terk etmeyi reddeden Lofthouse, Dünya’da hayatta kalan son insanlardan biridir. Lofthouse aynı zamanda Dünya’dan başka hayata elverişli gezegen keşiflerinin de babasıdır.
Diğer yandan bu felaketten o sırada Dünya’da bulunmadıkları için kurtulan bir grup daha vardır. Jüpiter’in yeni keşfedilen ve hayata elverişli uydusundan Dünya’ya güzel haberleri vermek için dönen Aether uzay aracının mürettebatı. Ancak uzay aracıyla Dünya arasında iletişim kopuktur. Lofthouse için Aether mürettebatını uyarmak hayat amacı haline gelir. Daha güçlü verici anteni olan bir başka istasyona Kuzey Kutbu kışı koşullarında bir kız çocuğu ile birlikte zorlu bir yolculuk da dahil her şeyi göze almıştır. Yönetmen kamerasını Lofthaus ve istasyonda bulduğu küçük kızın zorlu yolculuklarıyla, Aether’in Dünya’ya dönerken yaşadığı tehlikeli macera arasında gezdirirken arada Lofthouse’un kariyer geçmişine, yaşadığı romantik bir ilişkiye çevirir.
Yapım, etkileyici felaket sonrası filmlerin en önemli özelliğini, karanlık atmosferi özenle ıskalıyor. Clooney belki de atmosfer kavramını sözcük anlamıyla alıyor ve sarı kızıl bulutları olmayacak yüksekliklere çıkarıp Dünya’yı uzaydan saçı sakalı birbirine girmiş bir şekilde resmetmenin yeteceğini düşünüyor. Belki de buna yönetmenin kafasının karışıklığı neden oluyor. Ne anlatacağına karar verememiş, odak sorunu olan bir yönetmen bu filmde Clooney. Dünya’da küçük kız çocuğuyla bir başka istasyona yürüyüşü Cormac McCarthy’nin The Road’unu, vahşi doğayla mücadele The Revenant’ı, Aether’in asteroid kuşağından geçişi Gravity’i çağrıştırıyor. İşin ilginç yanı, bunu Los Angeles’ta bir basın toplantısında açık açık söylüyor: “Önce Revenant‘ı, ikinci yarıdaysa Gravity‘i çekmek gibiydi.”
Alexandre Desplat’ın müzikleri filmin karamsar senaryosuna şerbet döken bir başka unsur. Aether’in yolculuğuna ilişkin kimi sahnelerde nebulaların güzelliğini uzay yürüyüşü yapan mürettebatla birlikte romantik piyano melodileri eşliğinde seyrettiriyor bize Clooney. Mürettebatsa gezegenler arası uzayın derinliğinde meteor kuşağının hasar verdiği radarı, verici anteni onarmaya çalışmıyor da mehtaplı bir gecede bir gemi güvertesinde Yunan adalarını seyrediyormuş gibi huzurlu bir sükunet içinde.
Jüpiter’in bugün hâlâ varlığı bilinmeyen ama üzerinde geçen sahnelerden yerçekiminin, dolayısıyla kütlesinin Dünya’ya yakın olduğu anlaşılan utangaç uydusunun varlığı, gündüz katı bir şekilde durmayı beceren buzun gece eriyip konteynırı yutması, iki bin kırk dokuz yılında kullanılan kar arabalarının hâlâ benzinli olması, insanların yüz binlerce kilometre mesafeden sinyallerde hiç bir gecikme olmadan anında iletişim kurabilmesi, Aether’in Jüpiter Dünya arasını birkaç defa yakıttan bağımsız gidip gelme kapasitesi ilk göze çarpan kurgu özensizlikleri.
Aether mürettebatının öğrendiği çarpıcı gerçeğin yaratması gereken duygusal yük ise ne yüzlerine, ne ses tonlarına ne diyaloglarına yansıyor. George Clooney ve Iris karakterini oynayan Caoilinn Springall‘ın performansları ise filmi kurtarmaya yetmiyor.
Hazırlayan: Selim Erdoğan