Ad Astra ve Düşündürdükleri

Şunu kabul edelim artık, Holywood bize asla istediğimizi veremiyor.

Öte yandan bu çalışkan sektör, bize daima bir şeyler veriyor; ama bir filmde verdiğini, diğerinde eksik bırakıyor ya da birinde eksik bıraktığını, diğerinde tamamlıyor. Holywood kendisinden mükemmel yapıtlar bekleyenlere omuz silkerek, “Bademli karamelli dondurma yok, onun yerine çilekli ya da limonlu ister misiniz? Ayrıca karamelli keklerimizi deneyebilirsiniz,” diyerek gülümsüyor.

Star Wars’ın yeni çekilen bölümlerinden mi söz ediyorum?

Hayır.

Ad Astra’dan söz ediyorum. Senaryo itibariyle bize daha önce bilmediğimiz bir şey söylemeyen bu film, yine de büyük bir zevkle izletmiyor mu kendini?

Ad Astra

Film, ‘evrende yalnız olup olmadığımız’ sorusunu ‘kendi içimizde yalnız olup olmadığımız’ sorusuna dönüştürüyor. Bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı bir astronotun, kalbinin derinliklerine çöreklenmiş olan yalnızlık duygusunu psikolojik testlerden gizlemesi ilginç bir tema değil mi? Düşünün, öylesine derinlere işlemiş bu duygu. Kabul, filmde söylenenler basit cümleler; ama yine de bunu içimize işleyecek bir tonda fısıldamıyor mu?

Kimi izleyiciler yakın çekim planla anlatılmış kişisel trajedileri sevmiyor. Peki ama insanlar arasında küçük nüanslarla kendini belli eden sosyal dramları, adı konulmamış trajedileri kim anlatacak?

Bu filmdeki iç ses kullanımı başarısız sayılabilir mi? Aksiyon sahnelerinde bile jurnal okur gibi, kahramanı dinliyoruz. Ay’daki bol aksiyonlu takip sahnesinde gerçekleşen sessiz patlamaları “Ne işim var benim burada?” diye sorgulayan bir iç sesten duymak, hoşumuza gitmiyor mu? Neticede Er Ryan’da da savaşın en şiddetli anında Tom Hanks’in oynadığı karakterinin aptallaşması, sağırlaşması bize aynı şeyi düşündürmemiş miydi?

Aşırı enerjik bir genç kesime hitap eden koşturmacalı ve aşırı derecede karmaşık aksiyonlardan bıkıp usanmadık mı?

Filmdeki karakterin iç sesi bana hiç de yabancı gelmedi, hatta böyle yapılmasını çok gerekli buldum. Başka türlü olsaydı, film boş boş bakan ve motivasyonu belli olmayan bir karakter anlatmış olacaktı ki, bu daha da büyük bir handikap olurdu.

Ad Astra

Öte yandan, 1960’ları yansıtan bir uzay teknolojisinin ustaca kullanılması da harikaydı. Roketlerin fırlatılışı, yolculuk hazırlıkları, kabin içi dekorlar, Ay araçları vs. neredeyse uzay yolculuğunu bire bir anlatan bir belgesel derecesinde başarılıydı. Uzay filmlerinin artık böyle çekilmesinden son derece memnunum. Yine gereksiz bulunan aksiyon sahnelerinden biri de laboratuvar maymunlarının saldırısıydı. Belki gereksiz, belki gerçekleşmesi imkânsız bir sahne, ama ilginç değil mi? Boş uzayın derinliklerinde, insanoğlunun oluşturabileceği en kontrollü ortam olan uzay istasyonlarında bile vahşileşmiş primat kuzenlerimizle karşılaşmak, ürkütücü değil mi? Onları oraya götüren ve sonra da orada açlıktan delirmelerine neden olan biz insanlar değil miyiz?

Film, Tekvin’den alınan baba sembolizmini yoğun şekilde kullanmış. Joker’de de vardı. Eski Ahit’in “baba tanrı” ve “cennetten kovulma” hikayesine göndermedir. Baba, Oğul’u (insan) cennetinden kovmuş (çıkarmıştır). Oğul ise kovulduğu cennete yeniden ulaşmaya çalışır. (Joker’in, sözde babası Wayne malikanesine girmeye çalıştığı sahneyi düşünün.) Ad Astra’da babanın sahte cenneti, Neptün etrafında, yörüngedeki istasyondur. (İngilizce’de ‘heavens’ kelimesi iki anlamda kullanılır: Sema ve Cennet.)

Son tahlilde film güzel bir öyküyü ele almış. Brad Pitt’in mimiklerini ve yaşlanmaya başlamış yüzündeki çizgileri çok iyi değerlendiriyor. Ayrıca da 60’ların estetiğinden yola çıkan şahane bir “uzay” dekoru yaratıyor. Yalnızlık temasını trajik hale getiriyor. Bunlar olumlu tarafları. Olumsuz tarafı ise, senaryosundaki zayıflıklar ve açık noktalar. Bu nedenle de isteneni tam olarak veremiyor. Çağımızın pek zeki, elindeki telefondan bilgiye kolayca ulaşabilen kuşağına hitap edemeyen, bir takım basit düğümler ve çözümlere yaslıyor senaryosunu. (Herkes Neptün yörüngesindeki bir istasyondan Dünya’ya gönderilen ışınlardan bir halt olmayacağını biliyor!) Sonuçta, bu tür bilimsel ve mantıksal hatalar yüzünden filmin inandırıcılığı düşüyor.

Ama neticede Ad Astra, Bratt Pitt ve diğerlerinin olağanüstü oyunculuğu ve yönetmenin sakin anlatımıyla bizi düşünmeye davet eden hüzünlü bir film olmuş.

Yazar: Sinan İpek

Yazar, çizer, düşünür, öğrenir ve öğretmeye çalışır. Temel ilgi alanı Bilimkurgu yazarlığıdır. Bunun dışında Matematik, bilim, teknoloji, Astronomi, Fizik, Suluboya Resim, sanat, Edebiyat gibi konulara ilgisi vardır. Ara sıra sentezlediklerini yazı halinde evrene yollar. ODTÜ Matematik Bölümü mezunudur ve aşağıdaki başarılarıyla gurur duyar:TBD Bilimkurgu Öykü yarışmasında iki kez birincilik, 2. Engelliler Öykü yarışmasında birincilik, Ya Sonra Öykü Yarışması'nda finalist, Mimarlık Öyküleri Yarışması'nda finalist, 44. Antalya Altın Portakal Belgesel Film Yarışmasında finalist. Ithaki yayınları Pangea serisinin 5. üyesi "Beyin Kırıcı" adlı bir romanı var.

İlginizi Çekebilir

posthumanizm

Posthümanizm ve Teknoloji: İnsan Sonrası Dünyanın Eşiğinde

Teknoloji ilerledikçe, insanın anlamı ve varoluşu da yeniden tanımlanıyor. Yapay zekâ, biyoteknoloji ve dijital gözetim …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin