felaketin sineması

Felaketin Sineması

Kıyamet sonrasını (post – apokaliptik) konu alan yapımlara baktığımızda, içerdikleri eleştirilerin genellikle “devlet otoritesi” ve “sistemin işleyişi” üzerine olduğunu görüyoruz. Kişisel olarak korkularımızın üzerine gidemesek de, sinema sanatı her daim bunu bizim yerimize yaptı ve yapmaya da devam edecek. En büyük merakımız ve korkularımızdan biri muhtemelen kıyamet olgusudur. Buradaki korkuyu oluşturan kıyamet olgusu, dini bağlamda olmayıp daha çok insanlığın kendi kendisini yok edişi ve dış etkenler ile ilgilidir. İnsanlığın başından geçmiş olan dünya savaşları ve büyük depremler gibi olaylar, bir nevi kıyamet sendromlarıdır. Sinemanın sanat olarak kabul edilip türlere ayrılmasıyla birlikte insanlık tarihinde yaşanan kimi felaketler ve trajik olaylar yedinci sanatta kendilerine post – apokaliptik denilen alt türde yer bulmuştur.

Sinemada “post-apokaliptik” yapımların her dönem ilgi görmesi merak duygusuyla açıklanabilir. Bilinmeyene karşı duyulan bu merakın sonucunda sinema sanatı geçmişten günümüze birçok başarılı eser (“Metropolis” – 1927, “THX 1138” – 1971) verdi. Genellikle bilimkurgu türünde yaratılmış olan bu yapımların yanında, kıyamet sonrasını işleyen  birçok başarılı animasyon da (“Ghost In The Hell” – 1995) üretildi. Yaşanan büyük bir felaket sonrası yeniden toparlanan toplumlar ve yaşanan trajik kitlesel olayların sonucunda yeniden yapılanan hükümetlerin faşizan ve totaliter tutumları, bu tarz yapımların ortak çıkış noktaları. Bu açıdan, post-apokaliptik eserlerin bilimkurgu sinemasının bir alt türü olduğunu söyleyebiliriz. Kıyamet sonrasının neye benzeyeceğini merak eden izleyici için bu tip yapımlar birer prototip olabilmekte.

terminator

Yukarıda verdiğimiz örnekler ile aynı alt türe dâhil edebileceğimiz eserlerin gerçekte günümüz dünyasının birer yansıması ve eleştirisi olduğu görülüyor. Bu da, sinemacılık bilgisinin tarihle, politikayla ve felsefeyle ne kadar içli dışlı olduğunun bir kanıtı. Gerçekten entelektüel olan sanatçılar, eserlerinde yer verdikleri alt metinler vasıtasıyla günümüz toplumunu ve  sistemini eleştirebilmekte.

“The Terminator” gibi eserlerde, makineleşmenin sonucunda sayıları artmış ve zekâları evrimleşmiş makineler insanlardan intikam alırcasına ayaklanmakta ve onları kedilerine birer tehdit olarak görmekte, bir nevi Frankenstein sendromu yaşanmaktadır. Devletlerin başka devletler ile ilişkilerinde benimsedikleri politikalar yüzünden yeni düşmanlar kazanışlarını kendisine referans alan sinema sanatı, “The Terminator” gibi yapımlar ile düşman algısını farklı bedenlerde seyirciye sunabilmektedir.

“Zombi” teması, post-apokaliptik yapımların en favori temalarındandır. Zombi temasının babası olan George A. Romero, “Night Of The Living Dead” (1968) ile sinemaya zombileri armağan etmiş, gelecekte üretilecek apokaliptik yapımlara da ilham kaynağı olmuştur. Romero, birer yaşayan ölü olan zombiler ile adeta ahlâktan yoksun, yalnızca kendi açlığının ve ihtiyaçlarının peşinde olan bencil insanlığı simgelemiştir. Daha sonra çektiği iki devam filmi ile (“Dawn Of The Dead” – 1978, “Day Of The Dead” – 1985) kapitalist düzene de başkaldırmıştır. Kendilerini korumak için bir süpermarkete sığınan bir grup insanın tehlike anında bile tüketecekleri ürünlerin markaları arasında seçim yapamayışlarına şahit olduk “Dawn Of The Dead” ile.

Zombi teması, hiçbir zaman popülerliğini yitirmedi ve farklı yönetmenlerin elinden, farklı yapımlar ile karşımızda çıkarıldı. Bunun son  dönemdeki örneğini, televizyon dizisi ve çizgi roman uyarlaması olan “The Walking Dead” serisi oluşturuyor. Bu seride, insanlığın bulaşıcı bir virüs neticesinde yaşayan ölülere dönüştüğü bu dünyada hayatta kalan bir grup insanın mücadelesini izleriz. Devletlerin çöktüğü ve otoritenin kalmadığı dünyada, herhangi bir demokratik düzen de söz konusu değildir. “The Walking Dead”, “Doğa ve insan için en büyük tehdit yine insandır.” mottosundan yola çıkıp izleyicileri düşünmeye çağırıyor.

Kendi sinemamıza bakarsak, kıyamet sonrasını konu alan belki de tek ciddi eser olarak Talip Ertük ve Murat Emir Eren yönetiminde çekilen “Ada: Zombilerin Düğünü” (2010) filmini  örnek gösterebiliriz. Buluntu film (Found Footage) tekniğini kullanan yapım, ilk ciddi Türk zombi filmi örneği. Yapım, arkadaşlarının Büyük Ada’da yapılacak olan düğününe gitmekte olan bir grup gencin, adada maruz kaldıkları zombi saldırıları karşısında verdikleri hayat mücadelesini anlatır. Mizahı ön plana çıkartarak, kendisini fazla ciddiye almadan hikâyesinin altından başarıyla kalkan bu değeri bilinmemiş yapım, zombi salgınının hükümetin halka bedava dağıttığı kömürlerden çıkan zehirli gazlardan türeyişini esprili bir şekilde aktarıyordu.

Robert Kirman tarafından 2003 yılında yayınlanmaya başlayan “The Walking Dead” isimli çizgi roman, “zombi” mitosuna farklı bir bakış açısı getirdiğinden, türü sevenlerin hemen dikkatini çekti. Kirman’ın insanı ve insan ilişkilerini hikâyenin merkezine yerleştirmesi, meselesinin temelini oluşturmakta…

Romanın başarısı yapımcıların da dikkatini çekince “The Walking Dead” televizyon dizisi olarak boy gösterdi. Dizinin başarısında en büyük paya sahip olan kişi ise “The Shawshank Redemtion” (“Esaretin Bedeli” – 1994) ile tanıdığımız Frank Darabont’tı. Usta yönetmenin yapımcılığı ve senaristliğinin damgasını vurduğu  bu başarılı yapım, kısa sürede kendi hayran kitlesini de yaratmış oldu. Doğru seçilmiş oyuncu kadrosu da bu başarıyı destekler nitelikte. Frank Darabont, dizinin 2010’daki ilk sezonunda çalıştı ancak maalesef diğer sezonlarda yapımcı, yazar ve yönetmen olarak yer almadı. Yine de onun yarattığı evrenin ve dramatik iskeletin sağlam temelli oluşu, diziyi 5. sezona kadar getirdi. Bir kasaba şerifi olan Rick Grimes’in (Andrew Lincoln) hikâyesini anlatarak başlayan yapım, ilerleyen sezonlarda başka grupların da ortaya çıkmasıyla çok katmalı bir yapıya büründü.

Kıyamet sonrası yapımlar, çoğu yönetmen ve senariste meselelerini seyirciye yansıtma fırsatını sunmuş. Baş korkularımızdan biri olan dünyanın felakete uğrayacağı düşüncesi, sinema sanatçılarına sınırsız bir kurgu imkânı tanımaktadır. Günümüz hükümetlerinin kitleleri korkutmaya yönelik kimi politikaları bu tür yapımları daha anlamlı kılmakta. Bu sebepten bu tarz yapımları salt birer fantezi  olarak ele almayıp, günümüz dünyasının birer yansıması olarak görmek doğru olacaktır.

PLANET OF THE APES

“The Walking Dead” dizisinde, yukarıda bahsi geçen bakış açılarını rahatlıkla bulabiliriz. Temelde insanın öyküsünü anlatan bu yapım, bu tarz türleri izlemeyi tercih etmeyen seyircileri bile kendisine çekebilir. Sinemanın gelişmesi ve ilerlemesi, güncel olay ve oluşumlara mutlak suretle bağlıdır. İster bilimkurgu, ister korku hatta komedi türünde olsun, zekice hazırlanmış yapımlar tüm dinamiklerini mevcut düzen ve sitem üzerinden şekillendiriyor. Dünyayı etkisi altına alan bulaşıcı bir virüs, “Planet Of The Apes” (“Maymunlar Cehennemi” – 1968) gibi bir başyapıtın şekillenmesine ilham olabildiği gibi, sanayideki makineleşme “The Terminator” gibi yapımlara ön ayak olabiliyor. Yakın zamanda Japonya’da gerçekleşen büyük deprem neticesinde yıkılan nükleer santral, birkaç ay önce tekrar gündemde olan yeni Godzilla projesi ile canavarın tekrar dirilmesine önayak oldu belki de. Mutasyon geçirmiş bu sevgili canavarımız, nükleer felaketlerin bir sonucu ne de olsa… Sistemin canavar bedenine bürünmüş hali…

Tür olarak bir savaş filmi olsa da, Francis Ford Coppola’nın “Apocalypse Now” (“Kıyamet” – 1979) eseri, Vietnam’ı adeta bir felaket bölgesi olarak ele almasıyla ve Benjamin L. Willard karakterinin asker kaçağı Walter E. Kurtz’a ulaştığı bölümler ile adeta kıyamet sonrası bir ortam yaratmıştır. Kıyametten sonra tekrar toparlanmaya çalışan bir grup insan, Kurtz’u adeta tanrıları olarak görür. Sistem ve otorite etkisinin hayli dışında olan Kurtz, yeni dünya anlayışı ve felsefesiyle kitleleri peşinden sürüklemiştir. Willard’ın kendisine ulaşmasıyla kaçınılmaz sona eriştiğinin farkında olsa da, “kıyamet sonrasında” kendi ütopyasını kurmayı başardığından artık huzurlu bir şekilde ölebilecektir. Usta yönetmen, Vietnam savaşını metafor olarak kullanıp bizlere adeta kıyameti yaşatmıştır.

Apocalypse Now

Son dönem değişen devlet politikaları, bireylerin giderek edilgenleştirilmeye çalışılması ve beyinlerin boş verilerle uyuşturulması neticesinde, sinemada önceleri fazla ciddiye alınmayan bu alt tür, şu an her zamankinden çok ciddiye alınmakta. Bu ciddiye alış ise, bireylerin ve toplumların uyanışa geçmesiyle açıklanabilir. Bu tip uyanışlar, sinemanın kıyısında kalmış bu alt türde yer alan kimi mücevherlerin tekrar keşfedilmesine ön ayak olacaktır. Son tahlilde sistem ve otorite eleştirilerin yapıldığı başarılı yapımların çoğunluğunu “kıyamet sonrası” eserlerin oluşturduğunu görüyoruz. Bizlere de bu yapımları keyifle izleyip, kendi kişisel birikim ve donanımlarımız ölçüsünde eserlerdeki alt metin ve okumaları keşfedip çıkarımlarda bulunmak kalıyor.

Yazar: Buğra Şendündar

1979 İstanbul doğumlu. Sinemaya olan ilgisi daha yedi yaşındayken dedesiyle sabahlara kadar film izlemekle başlar. Daha önce çeşitli mecralarda sinema üzerine makale ve eleştiriler kaleme aldı. Günümüzde, Bilimkurgu Kulübü'nde yazarlık serüvenine devam ediyor. Ona göre sinema, insanın kendini keşfetmesidir.

İlginizi Çekebilir

Tükenmişliğin Ahlaki Sonuçları: Soylent Green

Nüfusun arttığı ve kaynakların neredeyse tükenme noktasına ulaştığı yakın gelecekte sıkı yönetim politikalarına geçilmiştir. İçme …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et