Bilinmeyene karşı duyulan merak! Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Bunun gibi insanlığın en temel ve en eski soruları, aslında içinden çıkılamayan en çözümsüz sorulardır. Bu sorulara cevap aramak yerine, içinde bulunduğumuz zamanı anlamaya ve algılamaya başladığımızda zaten kendimize karşı olan farkındalığımız artacak ve söz konusu soruların cevabına daha çok yaklaşacağız. Bu tarz varoluşsal sorular bireyleri bir başka bakış açısına, dünya dışı zeki yaşam olasılığına itmektedir. Kimi mesleki, eğitimsel ve profesyonel nedenlerden ötürü bireyler, dünya dışı zeki yaşamı araştırma imkânına sahip olmadıklarından, çözümü doğal olarak sinemada arayabilirler.
Hayallerimize ve beklentilerimize en yakın sanat dalı olan sinema, bizleri bambaşka dünyalara götürebilmekte ve ufkumuzu genişletebilmektedir. Sinema, dünya tarihini ve gidişatını önemli anlamda değiştirmese de toplumların en önemli eğlence araçlarından biri olması açısından önemlidir. Günümüzdeki birçok büyük yönetmen, çocukluklarında beyazperdenin görkeminden etkilenmiş ve hayallerinin peşinden koşmuştu. Steven Spielberg ve George Lucas gibi usta isimler, hayal ettiklerimize en yakın hikâyeleri bizlere sundular. Bu sanatta karşımıza çıkan uzaylılar, başka galaksilerdeki yaşamlar, uzay gemileri izleyicileri halen etkilemeye devam ediyor.
Uzaylı mitosu, tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar sıkça karşımıza çıkan bir olgu… Maya ve Mısır uygarlığının sahip olduğu astronomi bilgisinin çeşitliliği hayret verici… Güney Peru’da, eski zamanlardan kalma Nazca çizgileri, gökyüzünden bakıldığına uçak pistlerini andırmakta. İçinde bulunduğumuz zamanda her hafta bir UFO haberi okumaktayız. Tarihte ve günümüzde karşılaştığımız bu tür fenomenler ister istemez merakımızı gökyüzüne kaydırıyor. Bilimkurgu türünün yaratıcılarından Georges Miles’ın “Ay’a Seyahat” (Le Voyage Dans La Lune – 1902) eseri sayesinde sinema tarihinin ilk uzaylıları ile karşılaştık. Jules Verne’nin romanından uyarlanan eserde, dev bir mermiyi andıran gemi ile Ay’a seyahat edilir.
Canlı ve yaşanabilir bir ortama sahip Ay’da ekip, yerlileri andıran bir grup uzaylıdan kurtulmaya çalışır. Eserin en önemli yanı, uzay yolculuğunu ve dünya dışı varlıkları konu eden ilk yapım oluşudur. Beyazperde, kötü uzaylıları H.G. Wells’in romanından uyarlanan “The War Of The Worlds” filmi ile tanıdı. İlginçtir ki, Orson Welles 1938 yılında “Mercury Tiyatrosu” ismindeki radyo şovunda Wells’in romanında yaşananları haber bülteni estetiğinde anlatmaya başladığında, birçok dinleyici ülkenin gerçekten Marslıların işgali altına girdiğine inanmış ve büyük bir panik yaşanmıştı. Radyoda anlatılanların bir şovun parçası olduğu anlaşıldığında iş işten çoktan geçmişti. Roman, Byron Haskin yönetiminde 1953’te beyazperdeye taşındığında, izleyiciye b – filmi kategorisinde, derinlikten uzak ama eğlenceli sayılabilecek bir uzaylı istilası sunuyordu.
Çocuk ruhundan hiç vazgeçmeyen Steven Spielberg, olabilecek en gerçekçi dünya dışı varlıkları birçok kez bizlere sundu. Çok iyi bir hikâye anlatıcısı olan Spielberg, “Close Encounters Of The Third Kind” (Üçüncü Türden Yakınlaşmalar – 1977) ile bir süredir kötü şöhrete sahip olan uzaylı varlıkları tekrar sempatikleştirdi. Kasabalarında tanımlanamayan cisimlere şahit olan kasaba halkı, içgüdüsel bir şekilde bir tepeye doğru gitmek ister. UFO’lar telepati yoluyla insanlara bir buluşma günü vermiştir. Fakat hükümet olayın duyulmaması için, yaşananları ört bas edip farklı bir komplo senaryosu uyduracaktır. Spielberg, eserinde unuttuğumuz bazı değerlere dikkat çekmek istiyor. Yapımdaki UFO’lar benliklerimizi sembolize ediyor. Cisimlerle karşılaşanlar kaybetmiş oldukları benlik bilincine ve farkındalığa tekrardan kavuşuyor.
Tüm zamanların en çok izlenen yapımlarından olan “E.T”, sıra dışı bir sevgi hikâyesi sunup yabancılaşmaya odaklanıyor. İstisnasız olarak tüm eserlerinde bir çocuk karaktere yer vermesi, Spielberg’in içindeki çocuğun bir yansımasıdır. “E.T” filminin başrolünde de yine bir çocuk bulunuyor ve film bu çocuğun bir uzaylı ile olan dostluğunu konu alıyor. Sıradışı dostunu çevresinden ve ailesinden saklamaya, onu korumaya çalışan Elliott (Henry Thomas), durumu fark eden hükümet karşısında başarılı olamıyor. Farklı olanın dışlandığı toplumlarda var olabilmek hayli güç. Farklı olanlarla arkadaşlık edenlerin de zor durumda kalabildiği anlarda önyargıları kırmak giderek zorlaşıyor. Genel kabul görmüş toplum değerlerine karşı uyumsuz iseniz size sıra dışı yakıştırması yapılabiliyor. “E.T”de anlatılan bu sevgi hikâyesi toplumsal önyargılara karşı verilen savaşı temsil ediyor.
Siyasi ve sosyal hayattaki çalkalanmalar doğal olarak sinema sanatını da etkilemekte. Eserleri değerli kılan, bu eserlerin bulundukları zamanın ve çağın aynası olabilmeleri ve zamanlarını evrensel bir dille aktarabilmeleridir. George Lucas’ın “space opera” şaheseri “Star Wars” serisi, Yüzüklerin Efendisi’ne benzer bir iskelete sahip. J.R.R Tolkien’in romanının en büyük feyiz kaynağı İkinci Dünya Savaşı idi. Orclar Alman tarafını, cüceler ve elf ırkı ise onlara karşı savaşan iyi tarafı temsil ediyordu. Unutulmaz Darth Vader’in kaskı Alman askerlerinin miğferinin bir kopyasıydı. “Star “Wars”, sinemanın tarih ile olan sıkı bağının en iyi temsilcilerindendir. Esin kaynağı tarihteki büyük medeniyetler olan George Lucas, kendi hikâyesinde bu medeniyetleri farklı isimler altında çok uzak galaksilere yerleştirdi. Kral Arthur’un yuvarlak masa şövalyelerini Jedi‘lar olarak değiştirerek kusursuz bir evren yarattı. Yüzlerce farklı ırkı ve medeniyeti içinde barındıran Star Wars kusursuz bir evrene sahip.
İkinci Dünya Savaşı, sinemayı en çok etkileyen sarsıcı bir dönem olup kendisinden sonra da farklı akımların doğmasına neden oldu. Fransız yeni dalgasından önceki İtalyan yeni dalgası, savaş sonrası dönemde ortaya çıkmıştı ve hikâyede belgesel gerçekçiliğinin peşindeydi. İtalyan ve Fransız yeni dalgalarının mirasları Avrupa sinemasının temel taşları oldu. Spielberg ve Lucas gibi isimler bu mirasın estetiğini çok iyi özümseyip Hollywood’un içine serpiştirdiler. Hollywood, dünya sinema akımlarını harmanlayarak güçlendi ve böylece kendi estetiğini yarattı. İzleyiciye hep benzer katharsisleri vaat ederek zamanla tekdüzeleşti. Hollywood jargonunu daha da sağlamlaştıran sakallıların dönemi (Spielberg, De Palma, Lucas, Coppola) geride kalmaya başladı. Konu sıkıntısı çeken Batı sineması, 10 yılı aşkın bir süredir yeniden çevrimlerin peşinde. Doğu ve Batı’nın sinema savaşından, bu yeniden çevrimler sayesinde her seferinde kimin galip çıktığını rahatlıkla görebiliriz. Her ne kadar uzaylı olmasalar da, Batı’yı temsil eden King Kong ile Japonya’nın medar-ı iftiharı Godzilla’nın bir arada olduğu “King Kong vs. Godzilla”yı (1962) bir medeniyetler çatışması olarak ele alabilriz.
Yedinci sanatta karşımıza çıkan en korkutucu yaratıklardan biri Alien’dır. Ridley Scott’un 1979 tarihli başyapıtı, işçi sınıfını ve sendikal gücü yüceltip aç gözlü işverene karşı bir tutum izliyor. Şirket menfaatleri yüzünden acımasızca gözden çıkarılabilen işçilerin karşısında Alien (Yaratık), sanki söz konusu şirketin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Uzayda maden aramakla görevli olan ekip, şirketlerinin emri üzerine nerden geldiği belli olmayan yardım sinyalini araştırmaya gider. Yabancı gezegende karşılaştıkları uzay mekiğinin içinde ekip arkadaşlarının bir varlık tarafından saldırıya uğraması sonucunda korkunç olaylar başlayacaktır. Yapım sosyal alt metinlerinin yanında feminist bir duruşa da sahip… Uzay gemisindeki yaratık, kendi başına bir hayalet ev ortamı yaratıyor.
Yaratığın erkeğin içinden onu parçalayarak çıkması, ataerkilliğin çöküşünü; tüm erkek karakterler ölürken Ellen Ripley’in (Sigourney Weaver) hayatta kalması da feminizmin yükselişini sembolize eder. Dan O’bannon’un senaryosundan uyarlanan yapımda Ridley Scott, kusursuz bir yönetmenlik sergiliyor. Dönemin steril ortamlar sunan bilimkurgularına kıyasla yapımdaki uzay gemisine bir eskimişlik ve çürümüşlük hâkimdir. Uzay gemisinin her köşesinde karşılaşılan çürümüşlük ve kullanılmışlık hissiyatı, şirketlerin çürümüş politikalarına yapılan bir göndermedir.
Bilimkurgu sinemasının ayrılmaz bir parçası olan uzaylılar, UFO’lar, aslında üzerinde yaşadığımız dünyanın bir yansımasıdır. Bazı politik canavarları Dart Vader olarak görebilmekteyiz. “The Day The Earth Stood Still”de (Dünya’nın Durduğu Gün – 1951) hükümet binasının önüne inen UFO’dan çıkan uzaylı, insanlığa barış nasihati verirken bizler aslında ülkelerin menfaatleri için ne kadar canavarca bir tutum izlediğini fark ediyoruz. Zaman zaman burun kıvrılan bir tür olan bilimkurgu, en güçlü alt metinlere sahip olan ve içinde eleştiriyi en fazla barındıran sanat. Stanley Kubrick’in “2001 A Space Odyssey” eserinde insanlığın dünya dışı varlıkların dokunuşlarıyla çağ atladığına şahit oluruz. Aç gözlülüğü yüzünden ilerleyemeyen insanlığın, tarihte yaşanacak bir sıçrama için belli bir farkındalık düzeyine ulaşmış olması gereklidir. Yapımda uzaylıları göremeyiz ama onları siyahî, kusursuz bir düzlüğe sahip, taştan bir lahit temsil eder. Vahşiliğin doruğundaki ilk insan, günün birinde aniden bu lahiti görür ve elindeki kemiği bir araç ve silah olarak kullanabileceğini öğrenir. Elindeki silahın gücünün farkına varmasıyla, coşkuyla kemiği gökyüzüne doğru fırlatır ve kemik uzay gemisine dönüşür.
Küçük başlangıçlar insanlık tarihinde bir sıçramaya neden olur. Kubrick’in eseri son derece felsefi ve düşündürücüdür. Bir tek dünya dışı varlık görmememize rağmen onların varlıklarını iliklerimize kadar hissederiz. Kubrick’in gerçekçiliğe karşı olan aşırı hassasiyeti, yapımın bilimsel gerçekçiliğinin en büyük nedeni. 2001, insanlığın kendisine ve masumiyetine karşı yaptığı bir yolculuktur. Ay’da buldukları taş lahitin kaynağının peşine düşen insan, amacına ulaştığında, yani yolun sonuna gelmişken, kendisini Araf benzeri bir ortamda bulur. Zamanın görece ilerlediği bu yeni ortamında gençliğini, yaşlılığını ve ölümünü ard arda yaşar. Sonrasında cenin olarak tekrardan Dünya’ya geri döner. Sinemanın dünya dışılığı, temelde bizlerin bizzat kendimizle sürdürdüğümüz hesaplaşmayı, içimizdeki ve etrafımızdaki canavarları, iyi ya da kötü beyazperdede görme merakımızdadır. Farklı dünyalar ve varlıklar görmek, keşfetme güdümüzü daha da tatmin etmekte ve bizi kendi farkındalığımıza daha çok yaklaştırmakta.