Blade-Runner-2049

Denis Villeneuve ve Blade Runner 2049

“Siz insanların inanamayacağı şeyler gördüm. Orion’ın omzunda yanan savaş gemileri… Tannhauser geçidinde karanlıkta parıldayan C ışınlarını seyrettim. Bütün bu anılar, zamanın içinde kaybolacak; yağmurdaki gözyaşları gibi. Ölum vakti…”

Akıl almaz kalitedeki siberpunk atmosferi, yetenekli oyuncularla yoğrulan Phihip K. Dick hikayesi ve Vangelis’in başarılı müzikleriyle Blade Runner birçok izleyicisinin saygısını kazanmıştır. Fakat benim için bütün bu özellikler “Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?” gibi bir başyapıtın film uyarlamasında zaten olması gereken nitelikler. Beklediğimden çok daha iyi bir siberpunk atmosferiyle karşılaşmamın yanı sıra filmin beni çarpan özelliği az önce okuduğunuz o mükemmel monolog oldu. Rutger Hauer’in Roy Batty karakterini çok iyi canlandırmasının yanı sıra bu monoloğu da kendisinin eklediğini bilmeyen kalmamıştır muhtemelen. Gelmek istediğim nokta şu ki Blade Runner 2049 için oldukça umutluyum ve hatta çevremdeki birçok bilimkurguseverin devam filminde hayal kırıklığına uğrayacağını düşünmesinden ve hatta Blade Runner 2049’un “ticari devam filmi” olacağını söylemesinden ötürü bu yazıyı kaleme almak aklıma geldi.

Tabii umutlu olmamın yanı sıra ufak bir korkum da var, ilerleyen satırlarda bundan da bahsedeceğim. Denis Villeneuve kesinlikle bu filmin altından rahatlıkla kalkabilecek bir yönetmen ve bunu kanıtlayan harika bir filmografisi var. Fakat devam filmlerinin çok çektiği meselelerden bir tanesi de karakterlerin genellikle ilkine kıyasla yüzeysel kalması. Özellikle iki filmin arasında çok uzun bir zaman süreci var. Bu niteliklere göre Riddley Scott zamanın oldukça ilerisinde bir yapıt sunmuşken, acaba Villeneuve içerisinde bulunduğumuz zamanın ötesine geçip tarihin daha da ilerisine bir kanca atabilecek mi? Öyleyse öncelikle Villeneuve’ün tarzını ve tekniklerini ele alıp oradan yola çıkarak bizleri nasıl bir Blade Runner 2049 beklediğine göz atmakta yarar var.

Her şeyden önce Villeneuve şimdiye kadar yayınlamış olduğu yedi adet uzun metrajlı filmiyle sinema dilini oldukça iyi bildiğini kanıtlamıştır. Böylelikle bugün sinemanın ticari havuzunda yüzerken hasret kaldığımız sinema diline birçok izleyiciyi kavuşturmuştur. İşin ilginç kısmı ise özellikle son zamanlarda “göstermek” yerine diyaloglara sıkışan, seyirciyi aptal yerine koyan bir piyasaya Incendies gibi bir film ile giriş yapmak oldukça yürek isteyen bir iş. O zaman Blade Runner’ın devam filmi için en önemli etkenlerden bir tanesi olan “mekan” ve “atmosfer” olgularından yola çıkalım. Villeneuve’ün en ilginç özelliklerinden bir tanesi sürekli kendini yenilemesi ve yaratıcılığının sınırlarını zorlamasıdır. Çektiği bütün filmlerin birbirlerinden oldukça farklı temalar barındırmasının yanı sıra farklı türlerde olması en dikkat çekici özelliklerinden bir tanesi. Her filminde başarıyla altından kalktığı unsurlardan bir diğeri ise senaryoya en uygun atmosferi en iyi biçimde sağlaması olmuştur.

Mesela 2013 yılında yönettiği ve Jose Saramago’nun kitabından uyarlanan Enemy isimli filmde özellikle bilinçaltını, bunalımı ve karakter çatışmasını en iyi şekilde yansıtan renk seçimleri ve puslu atmosferle izleyicide bıraktığı etkiyi en üst seviyeye çıkarmıştır. Filme hakim olan sarı rengin özellikle “hastalık” ve “bunaltı” ile bağdaşması, filmin yer aldığı mekanın daima puslu olması ve havanın her zaman kapalı olması gibi özellikler mekanın ve atmosferin senaryoya ne kadar içkin olduğuna dair birer kanıt niteliğinde. Veya Enemy ile aynı yılda yayınladığı Prisoners‘a baktığımızda özellikle hava durumunun senaryonun kırılma noktalarıyla paralel nitelikler taşıması ve Keller karakterinin psikolojik yıkıntısının da aynı zamanda kendi anılarının yıkıntısı niteliğini taşıyan mekanlarda geçmesi gibi örnekler de Villeneuve’ün çevre etkenini ne kadar iyi kullandığını gösteriyor.

enemy
Enemy (2013)

Eğer bugüne kadar izlediğiniz filmler arasında, ister bilimkurgu olsun ister aksiyon olsun eğer karakter gelişiminin kör göze parmak sokar gibi ilerlediğini veya olayların filmin türünün gerekliliklerini yerine getiremediğini hissettiyseniz bunun başlıca sebeplerinden bir tanesi senaryonun geçeceği mekanın çevresel faktörlerle yeterince iyi bağdaştırılamamasından kaynaklanır. Blade Runner’ın izleyenlere gerçekçi bir gelecek tasviri sunabilmesi, ‘insan’ olmayı ve insani değerleri başarılı bir şekilde sorgulayabilmesi, siberpunkın gerekliliklerini çevresel faktörlere ne kadar iyi yedirdiğinin göstergesidir. Dev reklam panoları; sadece neon ışıkların aydınlattığı karanlık, kasvetli ve olabildiğince ‘insan’dan uzaklaşan cam ve metal yığınlarından oluşan bir şehir… Global bir nükleer savaşın ardından yeniden medeniyeti kurmaya çalışan insanlığın oluşturduğu bir yığın teknolojik çöplük haline gelmiş San Francisco tam olarak replikaların ve avcılarının amansız kovalamacası için biçilmiş kaftan. Replika üretebilecek ve diğer gezegenlere rahatlıkla seyahat edebilecek kadar gelişmiş bir teknolojiye sahip insanlık koca koca gökdelenlerin arasındaki pazarlarda yapay hayvanlar yapıp satarken bu durumun geçerli olduğu mekanı gökdelenlerin camlarına vuran gün ışıklarıyla ve alabildiğine parlak ‘bakın filmimizdeki şehir ne kadar da gelişmiş’ diye bağıran bir mekana yerleştirmek oldukça absürd olurdu.

Post-apokaliptik vurguyu ve siberpunk tarzı olabildiğince iyi bir şekilde mekanlara ve çevreye yansıtan Riddley Scott, karakterler için oldukça sıkı bağlarla örülmüş bir alan bırakmasının yanı sıra senaryonun da bütünleyicisi haline gelen bir atmosfer yaratmış oluyor, ki kendisinin bu huyunu Alien’dan H.R Giger ile beraber detaylı çalışmalarından da hatırlıyoruz. Hal böyle olunca Blade Runner’ın devam filmi için Villeneuve’ün seçilmesi “popüler bir yönetmen seçelim” kaygısı değil, aksine bu filmin atmosferini ve gerekliliklerini en iyi şekilde perdeye yansıtabilecek birisini bulma kaygısıdır. Aynı zamanda lineer kurgulardan pek hoşlanmadığı belli olan Villeneuve’ün Blade Runner’da nasıl bir kurgu öreceği de ayrı bir merak konusu. Incendies, Arrival ve Enemy gibi filmlerinden aşina olduğumuz gibi çok iyi bir şekilde kurgunun içerisinde bir ileri bir geri sarabilmesi kendisini en ilginç kılan özelliklerinden bir tanesi. Böylelikle bilimkurgunun yegâne amacı olan “sorgulama” özelliğine de kurgu biçimiyle en üst seviyeye çıkarabileceğini gösteriyor. Arrival’da birçok ünlü yönetmenin bile altından çok zor kalkabileceği döngüsel kurguyu, direkt filmin en can alıcı noktasında izleyiciye hissettirerek senaryo ile kurgunun ahengini tam anlamıyla izleyicinin beynine kazıdığını hatırlayalım.

blade runner 2049

Enemy ve Prisoners ile psikolojik gerilimi ne kadar kaliteli sunabileceğini ve çevresel faktörleri senaryonun zemini için ne kadar iyi hazırlayabildiğini, Incendies ve Arrival ile alışılagelmiş kurguların dışında ne kadar rahat hareket edebildiğini ve Sicario ile ciddi bir aksiyonun nasıl olması gerektiğini gösteren Villeneuve, eminim ki Blade Runner 2049 gibi büyük bir proje için saydığım bütün bu özellikleri aynı potada eritip kariyerinin zirve noktasına ulaşacaktır. En başından beri sürekli yükselen bir grafiğe sahip olan filmografisi için olması gereken de bu. Şunu da bir not olarak iliştirelim ki yazının girişinde bahsettiğim korktuğum kısım ise özellikle replikaların ilk filmin gölgesinde, özellikle de Rutger Hauer’in çıtayı en üste koyan oyunculuğunun gölgesinde kalma tehlikesi. Jared Leto her ne kadar bu tarz karakterleri başarıyla canlandırabilen bir oyuncu olsa bile Hauer’i aşamayacak olması birçok kişi tarafından filmde eksiklik olarak görülecektir, fakat bu çok büyük bir ihtimalle filmin genel çerçevesini etkilemeyecek bir unsur olacaktır.

Son olarak Villeneuve’ün bütün filmlerinde kullandığı ve yönetmen kimliğini oluşturduğu unsurlara bir göz atarak Blade Runner 2049 için ufak bir hazırlık yapalım. Çünkü Villeneuve araştıran ve emek veren izleyiciyi sever. Kendisinin bütün filmlerinin açılış sahnesi önemlidir. Genellikle açılış sahneleri kurgunun anahtarı niteliğindedir ve film başlar başlamaz bu anahtar izleyiciye uzatılır. Anahtarı alan izleyici film boyunca bu anahtarın açacağı kapıyı arar ve bulduğunda ise zekice bir kurgunun içerisine girdiğini hisseder. Bunun yanı sıra sarı renk ve kasvet Villeneuve için en önemli özelliklerden bir tanesidir. Özellikle Enemy, Prisoners, Sicarıo ve Incendies’de gördüğümüz bu özellik izleyicinin kendi gerçekliğinden soyutlanıp kendini tamamen ekrana kilitlemesinde önemli bir faktör.

Trailer’da ağır basan rengi fark ettiniz mi? Buradan yola çıkarak Villeneuve’ün imza niteliği taşıyan özelliklerini Blade Runner 2049’da devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Hatta tutup bu özelliklerin üzerinden fragmanı yorumlayarak spekülatif bir önizleme bile elde edebiliriz. Villeneuve’ün ana karakterleri sürekli bir arayış içerisindedir. İzleyici filmdeki karakterler ile beraber kendisini sürükleyici bir arayış içinde buluverir ve en kilit noktada ise bir şeylerin yolunda gitmediğini, kurgunun yapısında bir farklılık olduğunu hisseder. Bütün filmlerinin en bağlayıcı özelliği budur. Enemy’de kendisine tıpatıp benzerini arayan Adam, Prisoners’da çocuğunu arayan Keller, Incendies’de kayıp kardeşini arayan Jeanna, Arrival’da uzaylılarla iletişim kurmanın bir yolunu arayan Louise ve şimdi ise buna Rick Deckard’ı arayan K’yi ekleyebiliriz. Sonuç olarak Blade Runner 2049’da kendimizi büyük bir arayışın içerisinde bulacak, Ryan Gosling’in canlandırdığı K karakteriyle beraber sorulara cevap ararken Villeneuve’ün bizi nasıl bir kurgunun içerisine çekeceğini bekleyeceğiz. Bir diğer özellikle ise filmlerinde şiddetli bir gerçekçilik içermesi. Villeneuve gerçekçiliğe oldukça önem veren bir yönetmen fakat bunu izleyiciye aktarırken olabilecek en şiddetli şekilde aktarmayı seçiyor. Bu özellikle birkaç filminde eksik olsa da Blade Runner 2049’da görme ihtimalimizin yüksek olduğunu düşünüyorum. Bir röportajında açıkladığına göre film post-apokaliptik etkinin oldukça yoğunlaştığı bir zamanda geçiyor ve iklimler delirmiş; şehirler toza bulanmış bir şekilde.

Post-apokaliptik eserlerde özellikle travmatik bir kıyametten kurtulan insanların ilkel yaşam biçimine geri dönme güdüsü ve böylelikle de şiddete oldukça eğilimli hale gelmesi (Mad Max) kaçınılmazdır. Bu iki ipucu bizlere Blade Runner 2049’da etkileyici ve şiddetli sekanslar görebileceğimizi gösteriyor. Bunların yanı sıra ana karakterler arasında genellikle gizli bağlar vardır ve bu ortaya çıkartılmadıkça film boyunca hissetmezsiniz. Yani şimdiden Rick Deckard ve K arasında kurguya incelikle işlenmiş bir bağlantı bekleyebilirsiniz. Özetle bizleri kasvetli, yer yer bunaltıcı (atmosfer gereği), ayrıntılı ve senaryoyla uyumlu mekan tasarımları ve çevresiyle kendisini aniden içerisine kaptıracağımız, kırılma noktasına kadar soru işaretleriyle ilerleyeceğimiz, kırılma noktasından sonra kurgunun muhtemelen ters düz olduğunu hissedeceğimiz bir film bekliyor diyebiliriz. Blade Runner gibi bir başyapıtın devam filmi olmak oldukça zordur, fakat iyi bir yönetmen seçimi bu zorluğu aşmanın bir numaralı kuralıdır. Eğer siz de büyük bir Blade Runner hayranıysanız ve “devam filmi furyasına” kapılmasından korkuyorsanız, bu yazıda ismi geçen filmleri izleyerek yüreğinize su serpebilirsiniz. Blade Runner 2049 içerisinde bulunduğumuz seneyi yerle bir etmek için gümbür gümbür geliyor diyebiliriz.

Hazırlayan: Gürkan Uzunpınar

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

postmodern bilimkurgu

Postmodernizm ve Bilimkurgu: Anlamın Ötesine Geçen Bir Yolculuk

Postmodernizm ve bilimkurgu, edebiyat dünyasında sınırları zorlayan iki anlatı biçimi olarak bir araya geliyor. Bu …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin